Translate

24 Ekim 2013 Perşembe

1968 ve 2013 Gençlik Hareketleri: Ankara, Chicago ve İstanbul

1968 ve 2013 Gençlik Hareketleri: Ankara, Chicago ve İstanbul


6 Haziran 2013 tarihinde A Haber'de Selin Ongun'un yayınladığı "Bi Sormak Lazım programı"nda benim de içinde bulunduğum "1968 Eylemleri Gençliği" ile 2013 Mayıs sonu ve Haziranında ortaya çıkan "2013 Taksim Gezi Parkı Gençliği"ni sosyolojik olarak karşılaştırıp analiz eden sorulu cevaplı 19:15-19:45 arasına sığan bir tartışma yaptık. Bu blogda o tartışmayı özetlemem ve özellikle de 2011 Mayıs ve Haziranında Belma T. Akşit ile birlikte yaptığımız Liseli Gençlik Ne Düşünüyor araştırmasını buraya taşımam uygun olacaktır. Elimde video kaydı olmadığı için tam olarak nasıl bir analiz yapıp sunduğumu hatırlayıp burada yazmam olanaksız. Ancak hatırlayabildiğim ana noktaları belirteceğim ve orada kalmayarak hatırlayıp bu yazıyı yazarken ortaya çıkan düşüncelerin bir kısmını da yazmadan edemeyeceğim. 

1968 Gençliği ve 2013 Gezi Gençliği arasındaki en önemli farklılıklardan birisi 1968 gençliğinin esas derdinin Türkiye'deki Az Gelişmiş Kapitalizm, kalkınmamışlık ve onun siyasal ve toplumsal sonuçları idi. Yeterince sanayileşme, kalkınma, kentleşme ve modernleşme olmadığı için Türkiye'deki işçi ve köylülerin yoksul durumda olmalarına itiraz ediliyordu. Bu sorunların çözümü olarak sosyalist bir sistem öneriliyordu. 

2013 Gezi gençliği ise küresel kapitalizm ile bütünleşmiş olan ve  "kalkınma-büyüme" politikalarından önemli bir boyutunu "kentsel dönüşüm"e odaklandıran "muhafazakarlık" ve "neoliberal kapitalizm" karışımı bir siyasal sistemin kentlerdeki yeşil kamusal alanlardan birisine Alışveriş Merkezi (AVM) olarak hizmet verecek olan bir Osmanlı Topçu Kışlasının yeniden yapılmasına itiraz ediyordu. 1968 Gençliği, kalkınma ve refah getirecek yeni bir sistem için mücadele ederken 2013 Gezi Gençliği çevre koruması, kamusal alan paylaşımı, etnik-dinsel-cinsel kimliklerin tanınması, farklı hayat tarzlarına müdahale edilmemesi ve  kültürel-demokratik çoğulculuk için mücadele ediyordu. 

1968 Gençliği ve 2013 Gezi Gençliği arasındaki en önemli farklılıklardan ikincisi ise 1968 gençliğinin belirli bir süreç içinde silahlı şiddet kullanmaya yönelmesi 2013 gençliğinin ise pasif direniş yöntemlerini kullanması ve silaha ve şiddete pek fazla yönelmemiş olmasıdır. Silaha yönelen grupların zaman zaman sahnede görünmesi gezi eylemlerinin oluşturduğu temel çerçevenin merkezine sirayet edememiş ve kenarlarında ve marjinal olarak kalmıştır. 

1968 Gençliği ve 2013 Gezi Gençliği arasındaki en önemli farklılıklardan üçüncüsü ise 1968 gençliğinin eylem çağrısı yapabilmek için elinde sadece teksir makinesi ile gazete-dergi ve bildiri basıp dağıtmak ve daha sonraları silahlı eylem varken 2013 gençliğinin elinde internet, cep telefonu ve Facebook ve Twitter gibi yeni medya araçları bulunmaktadır. Ancak Taksim Gezi direnişi sadece yeni medya kullanımına indirgenmemelidir. Bu eylemler, katılımcıların birer fail olarak ve  bedenleriyle belirli bir kamusal mekanda toplanmaları ve orada mevcut olmaları yoluyla direniş ortaya koymuştur.     

2011 Mayıs ve Haziran aylarında Belma T. Akşit ve Maltepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencileri ile birlikte yaptığımız araştırmanın verileri 2011'de lisede okuyan gençlerin yeni medya kullanımı ile ilgili eğilimlerini ve değer yönelimlerini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Aşağıdaki iki tablo bu eğilimi çok açık şekilde ortaya koymaktadır: 

Tablo 1-Türkiye ve Dünyadaki Olayları Farklı İletişim Araçları ile Takip Etme Yüzdeleri
 (İstanbul, Mayıs-Haziran 2011, N=2356)
Medya
Türlerİ
Okul Türü
Tüm
Öğrencİler
Meslek
Lisesi
İmam-
Hatip
Lisesi
Düz Lise
Anadolu
Lisesi
Özel
Lise
Gazete ile takip edenler yüzdesi
65,1
73,9
66,5
75,9
79,8
69,2
Radyo ile takip edenler yüzdesi
21,1
26,1
21,0
24,6
35,9
23,1
TV ile takip edenler yüzdesi
88,5
90,0
92,9
88,7
84,9
89,3
İnternet ile takip edenler yüzdesi
78,3
75,5
71,8
81
87,1
77,8
Facebook ile takip edenler yüzdesi
90,9
86,1
92,2
92,7
90,6
91,1
Twitter ile takip edenler yüzdesi
21,6
16,7
21,4
22,8
35,0
22,2
Yonja ile takip edenler yüzdesi
  5,6
  3,3
  4,1
  5,5
  7,2
  5,2
Formspring ile takip edenler yüzdesi
14,4
10,0
11,7
23,7
23,4
15,8

Tablo 2. Vazgeçilemeyecek alışkanlıkları belirtenlerin yüzdeleri
(İstanbul, Mayıs-Haziran 2011, N=2356)

Okul türü
Tüm
Öğrenciler
Vazgeçemedikleri
Alışkanlıklar
Meslek
Lisesi
İmam-Hatip
Lisesi
Düz Lise
Anadolu
Lisesi
Özel
Lise
TV
55,8
40,6
54,2
53,3
46,8
53,3
Futbol
35,8
22,2
35,2
31,9
32,4
33,7
İnternet
69,6
47,8
67,4
67,5
65,5
66,8
Arkadaşlar
76,1
78,3
76,5
76,1
79,8
76,6
Sigara
13,0
  4.4
  9,5
  9,5
10,1
10,8
Alkol
10,4
  3,3
  6,7
10,2
16,7
  9,5
Alış-veriş
40,8
34,4
37,8
42,9
41,7
40,2
Dini inanç
60,1
92,8
60,7
56,2
53,3
60,3
Müzik
76,1
62,2
77,5
74,8
72,7
74,9
Kitap
35,4
52,2
36,7
40,5
47,1
38,6
Sinema
50,0
35,0
50,8
57,1
51,1
50,4
Tiyatro
18,2
  7,2
16,9
21,3
18,7
17,7

Tablo 1'den de görüldüğü gibi 1990'ların birinci yarısında doğan, 15-17 yaş grubunda olan bu gençlik Radyo ve Gazete gibi göreceli olarak eski olan medya araçlarını değil cep telefonu, İnternet, facebook ve twitter gibi gibi yeni medya araçlarını kullanmaktadırlar. Tablo 2 ise vazgeçilemeyen alışkanlık, ilişki ve değerlerin en başında şu dördünün geldiğini göstermektedir:  "Arkadaşlar", "Müzik", "İnternet" ve "Dini İnanç".   

Yukarıdaki tabloların alındığı araştırmanın  Türkiye’deki Sosyo-Kültürel Değişmeler Hakkında Liseli Gençlik Ne Düşünüyor? 2011 Mayıs ve Haziran Aylarındaki Bir Anket Uygulamasının Sonuçları başlıklı araştırma raporuna şuradan ulaşılabilir: http://mutam.maltepe.edu.tr/node/40;  bu araştırmadan bir tebliğ olarak yayınlanan 
Opinions of Secondary School Students about Socio-cultural Change and Education in Turkey: Findings from a Survey in May-June 2011 
başlıklı İngilizce metnine ise şuradan ulaşılabilir: http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1877042812024317

Yukarıdaki tablolardan 2013 Gezi Parkı Gençliğinin internet ve yeni medya ile olan ilişkisi açık olarak görülmektedir. Bu araştırmadan çıkan "vazgeçilemeyecek alışkanlıklar ve değerler" sıralamasından bu gençlerin internet ve cep telefonu aracılığıyla ve yeni medya araçlarını kullanarak birbirleriyle dayanışma içinde olacaklarını, müzik gruplarının konserler vermelerini sağlayacaklarını ve "anti-kapitalist Müslümanlar" grubunun iftar sofralarını ve cuma namazlarını saygıyla ve titizlikle koruyacaklarını yordayabilir miydik veya kestirebilir miydik bilemiyorum. Böyle bir kestirim yapmak aklımıza bile gelmedi. Benzer şekilde, Taksim Gezi Parkı'ndaki yoğun mizah patlamasını pek tahmin edemezdik. Müzikten vazgeçemeyenlerin yüzdesinin çok yüksek olması ve eğitim sistemini değerlendirirken kullandıkları mizah dolu cümlelerden belki de bunu anlayabilirdik, ancak benim yaşımdakiler için bunun beklemediğimiz ilginç bir sürpriz olduğunu kabul etmeliyiz.  


1968 gençliği ile ilgili olarak benim iki farklı üniversitede iki farklı deneyimim veya katılımcı gözlemim olmuştu. 1964-1968 yılları arasında ODTÜ'de Sosyalist Fikir Kulübü'nün kuruluşunu, 1965'den başlayarak Öğrenci Birliği Seçimlerini toplumcu grubun kazandığını izlemiş ve parçası olmuştum. 1965-1966 ders yılında Mübeccel B. Kıray'ın verdiği Köy Sosyolojisi bağlamında yaptığımız araştırmalara 1966 yazında devam ederek o yaz yazdığım Türkiye'de Az Gelişmiş Kapitalizm ve Köylere Girişi başlıklı kitabın 1966 sonu ile 1967 başında Toplumcu Grubun başında olduğu öğrenci birliği tarafından yayınlanmıştı. Daha sonra 1968 yılı Ağustos ayında Fulbright bursu kazanarak gittiğim University of Chicago'da rektörlük binasının işgal edilişini gözlemledim. Aynı aylar ve günlerde ODTÜ rektörlük binası da işgal edilmişti. O yıllarda cep telefonu veya internet olmadığı için ODTÜ'deki olaylar ile ilgili bilgileri daha sonraki yıllarda edinmiştim. ODTÜ öğrencilerinin ideolojik görüşleri ve talepleri, Chicago Üniversitesi gençliğininkilerden çok farklıydı. ODTÜlüler kalkınma, sanayileşme ve sosyalizm istiyorlardı. Chicagolular ise Vietnamda barıış istiyorlardı; siyah Amerikalıların oturduğu mahalleleri ve yeşillikleri hedef alan kentsel dönüşüm inşaatlarının durdurulmasını istiyorlardı. Bu anlamda 2013 Gezi Parkı gençliği 1968 ODTÜ gençliğinden çok 1968 Chicago Üniversitesi gençliğine veya 2013 ODTÜ gençliğine benziyor,  2013 Temmuzunda Olimpiyatlara ve otobüs-tren bilet fiyatlarının yükselmesine karşı çıkan Brezilya gençliğine benziyor ve hatta belki de 2011 Eylülünde Zuccotti Park'ı işgal eden Amerikan gençliğine benziyor. Bu konuları ayrı bir yazıda ele almak daha doğru olacaktır.  

16 Temmuz 2013 Salı

Taksim Gezi Parkı Eylemleri Üzerine Tartışmalar

Tartışma: Yönetim, Yönetişim, Temsili Demokrasi ve Katılımcı Demokrasi

Taksim Gezi Parkı Eylemlerini/Direnişini sosyolojik olarak anlamak üzere yazdığım daha önceki blog yazılarında sınıf ve sermaye konularını ele almıştım. Bu yazıda insanların yaşam tarzlarına,  bedenlere, topluluklara ve  kentsel mekanlara yönelik iktidar uygulamalarının neoliberal ve küresel yönetim ve yönetişim uygulamaları ile olan ilişkisini antropolog Ayşe Çavdar ile yapılan bir söyleşi ve devletin küçültülmesi üzerine 1995 yılında Ak Parti ileri gelenlerinden Ömer Dinçer'in 1995 yılında yazdığı bir yazı üzerinden incelemeye çalışıyorum. Bilindiği gibi yönetimci paradıgmada modern devletin hiyerarşik, otoriter, bürokratik ve disiplinci kurumlarını kullanarak bireyleri ve toplulukları eğitmesi, sağlıklı kılması, disiplinli ve düzenli bir şekilde üreticiliklerini sağlaması ve gözetmesi, bunlara paralel olarak siyasal ve sosyal hakları oluşturarak toplumsal-siyasal düzenin oluşturulması ve sisteme karşı eylemlerde bulunanların cezalandırılması gibi yaklaşımlar söz konusu olmaktadır. Temsili demokrasi bu yönetim rejimlerini kullanan iktidarları 4-5 yılda bir yapılan seçimlerle değiştirebilmektedir. Yönetişimsel paradigmada ise yönetilenlerin yönetime katılımı ve daha çok demokratikleşme söz konusu olabilmektedir. Ancak yönetime katılım küresel kapitalizmin sınırları bağlamında söz konusu olabilmektedir. Türkiye'deki durum nedir, Gezi Parkı eylemleri ve yapılan müdahaleler nasıl bir paradigmaya işaret etmekdir, kısa bir blog yazısı çerçevesinde aşağıda tartışılmaktadır. Elbette burada yazdıklarım bir taslak. Daha sonraki araştırmalar ve okuyuculardan gelen katkılarla geliştirilecek bir taslak... 

Milliyet Gazetesinin 24 Haziran 2013'te yayınlanan nüshasında Zeynep Miraç'ın antropolog Ayşe Çavdar ile yaptığı "Aklımdaki sorular: Ayşe Çavdar ile Söyleşi: 2002'de tanıdığımız Erdoğan 'O kışlayı yapmayıverelim' derdi" başlıklı söyleşide Ayşe Çavdar şöyle bir saptamada Bulunuyor: 

"...1980’lerden beri güya iyi yönetişim dedikleri, dünyanın bu yeni kapitalizmi yönetme biçiminden kaynaklanan bir hikâye. AKP bunun uygulayıcısı oldu. Ben buna neo-liberalizm demek istemiyorum, kelime çok eskidi çünkü. Ama bu bir şablon. Devlet kendini küçültür ve sorumluluk alanlarından çekilir. Ama nüfuz alanını da korumaya çalışır. Yeni araçlar icad eder topluma nüfuz etmek için. Bu bazen AVM olur, bazen her gün tükettiğiniz gıda, bazen sağlık sistemi... Türkiye’de bu, hükümetin dindar kimliğiyle örtüştüğü için sanki sürekli din üzerinden topluma müdahale ediliyor gibi bir görüntü yarattı. Oysa hükümet de dindarlığı, sorgulamadan uygulamaya koyduğu bu şablonu meşrulaştırmak için kullanıyor sadece. Diyor ki, ben senin hayatının en dibinde olmak istiyorum, dahası var olmak için senin hayatına ihtiyacım var. Beni ‘nefsimden’ koruyacak..."


Bence din sadece yönetim araçlarını ve müdahalelerini "meşrulaştırmak" yani kabul edilir kılmak için bir çerçeve sunmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal hayatın en ayrıntılı kılcal noktalarına "nüfuz" etmek için de kullanılabiliyor. Daha ötesi özneleri inşa etmek üzere Althusservari ideolojik "çağırma/interpellation" yapıyor. "Dindar gençlik yetiştireceğiz" yaklaşımı tam da bu çerçevede bir "toplumsal mühendislik" Programı olarak yorumlanabilir.  Daha da ötesi bu yeni yönetişimci devlet Foucaultvari bir yaklaşımla özneleri inşa edecek, sınıflandıracak ve denetleyecektir. 


Ayşe Çavdar Şöyle bu yaklaşımı şöyle ifade ediyor: 

"Eskiden devlet uluslararası sınırları korurdu. Bizi sözüm ona Yunanistan’dan, komünist Rusya’dan, İran şeriatından koruyan bir yaratıktı devlet. Artık böyle bir korumaya ihtiyacımız yok, küreselleştik. Şimdi devletin kendisini yerleştirecek yeni sınırlara ihtiyaç var. Nasıl var olacak bu devlet? Seninle benim arama sınır koyarak. Seni benden, beni senden koruyacak. Hatta benim karnımdaki bebeği benden koruyacak. Beni sigaradan koruyacak, kendi ‘nefsimden’ koruyacak..."

Devletin yönetim/yönetişim yaklaşımının Taksim Gezi Parkı eylemleri/direnişi vesilesiyle nasıl daha önceden var olan sınıflandırma ve kutuplaştırma yaklaşımına geçtiğini şöyle anlatıyor: 
"...Bu sertlik politikasının sonsuza kadar süreceğini de zannetmiyorum. Bazı dinamikler var. AKP Kürt sorununu çözüyor ve bu çözümün kendi tabanında nasıl karşılık bulduğunu bilmiyor. Ve iyi bir karşılık bulması gerekiyor, dolayısıyla başka bir düşman tanımlamalı o tabana. Kürtler değil sizin düşmanınız, laikler demeye çalışıyor. İkincisi, ne zamandır gelmekte olan bir ekonomik kriz vardı, oraya hazır bir cevap oldu." (http://gundem.milliyet.com.tr/-2002-de-tanidigimiz-erdogan-o/gundem/ydetay/1726846/default.htm)

Yukarıdan aşağı otoriter yönetim biçiminden devlet küçültülerek yapılacağı umulan yönetişim biçimine geçiş Ak Parti'nin çekirdek kadrosunda yer alan Ömer Dinçer tarafından 1995 yayınlanan bir makalesinde ele alınıp tartışılmıştı (Dincer, O. 1995 “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”  Bilgi ve Hikmet, 1995, No. 12: 3-7.) Bu makalede ileri sürülen düşünceleri 2005 yılında yayınlanan "Laikleşme Tipolojisi ve Türkiye'de Laiklik Deneyimi" başlıklı makalemde Ak Parti'in ortaya çıkışını önceleyen bu yeni yaklaşımı ele alıp incelemeye ve tartışmaya çalışmıştım. O makaledeki bu konuyla ilgili bölümü bu bloga aktarıyorum: 

"Devleti Ele Geçirmeye Yönelik Siyasal İslam ile Devlet-Dışı Kamusal Alandaki Kültürel İslam Tartışmasında Bir Yol Ayrımı (mı?):
"İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Başbakanlık Müsteşarı olan Ö. Dinçer’in bir yazısı (Dinçer, 1995),  Türkiye’de Siyasal İslam’ın 1995’de Refah Partisi iktidar ortağı olma   noktasında iken geldiği yol ayrımının bir göstergesi olarak alınabilir gibi geliyor bana. Sivas’ta 19-21 Mayıs 1995’de yapılan bir sempozyumda sunulan bir konuşmanın Bilgi ve Hikmet dergisinde 1995 yılında yayınlanmış hali olan  yazının başlığı şöyledir: “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”. O zamanlar Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesinde Profesör olan  Dinçer’in  sunuş yaptığı  sempozyumun başlığı da aynıdır. Dinçer bu yazısında küreselleşen bir dünyada modern devlet ile İslam’ın ilişkisinin ne olması gerektiği konusunu sorgulamaktadır. Bu yazı 2003 yılı sonu ile 2004 yılı başında gazetelerde tartışma konusu olmuş ve Ankara Üniversitesi Senatosu 30.12.2003 tarihinde yaptığı toplantıda bu yazı dolayısıyla Profesör Ö. Dinçer’i  kınayan ve müsteşarlık görevinden istifa çağrısı yapan bir karar almıştır. Bu kararda “Cumhuriyet ve laiklik ilkesine bağlılık,  ister bir üniversite öğretim üyesi, ister Başbakanlık müsteşarı olsun herkes için anayasal bir zorunluluktur” denilmekte ve  Ömer Dinçer’in bu yazısında bu ilkeye  bağlılık içermeyen düşüncelerin savunulduğu belirtilmektedir (Ankara Üniversitesi Senatosu, 30.12.2003 tarihli ve 1943 sayılı karar). Ömer Dinçer’in söz konusu yazısı Ankara Üniversitesi Senatosunun yaptığı okumaya cevaz verebileceği gibi siyasal İslam’ın devleti ele geçirmekten vazgeçmesi gerektiği ve sivil toplum ve kamusal alanda kalmasının daha doğru olacağı yönünde bir okumaya da cevaz verebilmektedir.  Yanılmış olmam ihtimali de vardır,  ancak nasıl böyle bir sonuca ulaştığımı ben kısaca açıklayayım, okuyucu kendisi karar versin.

Ömer Dinçer’in yazısı “siyasal İslam” veya “kültürel İslam” kavramlarına karşı çıkarak başlamaktadır. Dinçer şöyle demektedir: “Daha üst ve genel bir kavram olan İslam’ın bir alt öğesiyle zikredilmesi – yani siyasal İslam, kültürel İslam, sosyal İslam şeklindeki ayrımlar – onun kapsamını daraltır ve bütünlüğünden koparır” (Dinçer, 1995: 3). Ancak, birkaç paragraf sonra “İslami hareketleri ve İslami gelişmeleri tarif ederken, siyaset öncelikli İslami hareketler ya da kültürel öncelikli İslami hareketler kavramlarını kullanmak daha doğru olur” diyerek benim bir önceki bölümde sözünü ettiğim iki eğilimi veya gelişmeyi kabul etmekte ve küreselleşen dünyada bu iki eğilimin geleceğinin ne olabileceğini tartışacağını belirtmektedir. Daha sonra Türkiye’deki modernleşme deneyiminin yukardan aşağıya doğru dayatmacı bir bürokratik modernleşme olduğunu belirtmekte ve “siyaset öncelikli”  eğilimin (mesela Refah Partisinin)  devleti ele geçirmesi durumunda var olan devlet ve bürokrasi mekanizmalarını kullanacağını bunun da İslam açısından “önemli mahsurlar doğuracağını” belirtmekte ve şöyle demektedir: “Sizin bu mekanizmayı ele geçirdiğiniz takdirde toplumda bir değişmeyi başlatacak olmanız, tıpkı daha öncekilerin yaptığı gibi totaliter bir değişmeyi öngörür. Halbuki İslam’ın buna cevaz vermediğini … dayatmacı olamayacağını hepimiz biliyoruz” (Dinçer, 1995:4). Daha sonra “kültürel öncelikli İslami hareketleri” (verdiği örnekler, Nurculuk, Fethullahcılık, Süleymancılık ve diğer tarikata dayalı vakıf ve dernekler) ele almakta ve modern bürokratik yapının onları iki seçenekle karşı karşıya bıraktığını belirtmektedir: “Ya Müslüman kimliğini bırak siyasal güçte karar mercii olarak yer al… ya da tamamıyla siyasetten uzak kal” (Dinçer, 1995:4). Bunlardan birincisinin “riyakarlık” olacağını ikincisinin de “dayatmacılık” karşısında teslimiyet olacağını belirtmekte (Dinçer, 1995:4) ve Lenin’in meşhur sorusunu sormaktadır: Bu durumda ne yapmalı? 

İktisadi, siyasal ve kültürel alanların küreselleşme ile birlikte geçirmekte oldukları üç temel değişme veya dönüşüm ortaya konularak bu soru cevaplanmaya çalışılmaktadır. Ele alınan birinci dönüşüm siyasal ve iktisadi örgütlenmelerin küçülmeleri ve ademi merkeziyetçilik çerçevesinde yetkilerin çevre, yerel ve özel örgütlenmelere  devredilmesi eğilimidir. Bu eğilim karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden olan devletçilik ilkesinin geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır (Dinçer, 1995:5). Aynı şekilde  “halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet” kavramının da katılımcılık lehine geçerliliğini yitirdiği belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Ele alınan ikinci eğilim küresel rekabettir. Küresel rekabetin bir takım ulus üstü bölgesel örgütlenmelere katılmayı gerektirdiği belirtilmekte  ve bu sürecin  ulusal devletin egemenliğini aşındırdığı saptaması yapılmaktadır. Bu değişmelerin ulus altındaki yerel kültürlerin öne çıkmasının da önünü açtığı ayrıca belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Üçüncü dönüşüm eğilimi olarak laik milliyetçiliğin zayıfladığı belirtilmekte ve şöyle denmektedir: “… Türkiye’de cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşımaktayım” (Dinçer, 1995:6). Bu cümlede bir muğlaklık vardır. Sert olan laiklik ilkesinin İslam ile “barışması” mı kastedilmektedir (“devletin halkı ile barışması” söyleminde olduğu gibi), yoksa İmam-Hatip okullarında olduğu gibi hem laik hem dinsel olan melez bir durum mu kastedilmektedir? “Laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesi” ne demektir? Açık olarak söylenemeyen bir şey mi vardır, yoksa henüz açıklığa kavuşmamış bir devlet-din ilişkisi mi kastedilmektedir? Birinci bölümde batıdaki laiklik tiplerini anlatırken söylediğim din ile bütünleşme, dine ile mesafeli olma, dini kontrol etme, bütün dinlere aynı mesafede olma seçeneklerinden hangisi kastedilmektedir?

Bu soruların cevabı Dinçer’in yazısının geri kalanında da tam olarak değilse bile biraz açıklığa kavuşmaktadır. Yazının geri kalanında Türkiye Cumhuriyeti’nin üç temel ilkesi olan “Cumhuriyetçilik”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” ilkelerinin  21. yüzyıldaki gelişme eğilimleri karşısında değişmek ve dönüşmek eğiliminde olduğu ve bunun “siyaset öncelikli” ve “kültürel öncelikli” İslami hareketleri de değiştireceği ve birbirine yaklaştırıp bütünleştireceği beklentisi ortaya konulmaktadır (Dinçer, 1995:6) . Bütün bu gelişmelerin  İslamiyet’in yerel toplumlar ve kültürler düzeyinde önünün açılacağı ve bunun toplumsal dinamiklik ve girişimciliğe yol açacağı belirtilmekte ve Türkiye’de doğan bu enerjinin Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve  Güney Asya’da ürünlerinin alınacağı şeklindeki beklenti (Dinçer, 1995:7) ile Dinçer'in makalesi sona ermektedir. (Akşit, B. 2005, “Laikleşme Tipolojisi ve Türkiye’de Laiklik Deneyimi” Şerif Mardin’e Armağan, Istanbul: Iletişim Yayınları, ss. 82-85).

1995'te yayınlanan Ömer Dinçer'in devletin küçültülmesi ve devletin kuruluş ilkelerinin dönüştürülmesi makalesini, 2005'te yayınlanan "Laiklik Tipolojileri" başlıklı makalemi ve 2013'te yayınlanan Ayşe Çavdarın Makalesini yan yana koyup Taksim Gezi Parkı eylemlerinin ortaya çıkardığı devlete bakarsak ne gözlemleyebiliyoruz? Bu devlet zaman zaman küresel emperyal egemenliğin bir parçası olarak Ayşe Çavdar'ın sözünü ettiği "yönetişimci" ve "yarı katılımcı" uygulamalara geçiyor, diğer zamanlarda da küreselleşme öncesindeki ulus-devlet yaklaşımları çerçevesinde yukarıdan aşağı otoriter ve disiplinci yönetim  uygulamalarına geçiyor. Demokrasi seçime indirgeniyor ve çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk öne geçiyor. Taksim Gezi Parkı direnişi karşısında devlet, otoriter-bakıcı veya "antagonistik" uygulamalarını gösterir göstermez, yani 31 Mayıs-1 Haziran 2013,  "Taksim Gezi Parkı Komünü" direnişçi kimliği  oluşmaya başladı.  Sonraki dönemde kısa süreli "yönetişimci" uygulamalar kimliğin meşrulaşma ve kendi kendini ifade etme dönemine girmesini sağladı. Mizah patlaması bu dönemde başladı ve gelişti. Daha sonraki "otoriter baskıcı" uygulamalar "Taksim Gezi Parkı Komünü" kimliğinin "direnişçi" kimlik kazanarak pekişmesini ve yaygınlaşmasını sağladı: "Her yer Taksim her yer direniş" sloganı tam bu noktada çıktı. Türkiye ve Dünya çapında yaygınlaştı ve dünya toplumsal direniş ve komün oluşturma pratikleri tarihine geçti. Bu yeni direnişçi kimlik şimdiye kadar var olan "toplulukçu" veya "cemaatçi" kimlikten farklıdır. Bu kimliğin hem kolektifin, kamunun çıkar ve haklarını savunan bir boyutu vardır hem de özerk ve özgür bir birey olma, eyleminin öznesi olma boyutu vardır. Özerk ve özgür bireyin siyasal eylemlerinin öznesi olarak güçlenip yaygınlaşması Türkiye toplumunun demokratikleşme serüveninde çok önemli bir aşamadır.