Translate

16 Temmuz 2013 Salı

Taksim Gezi Parkı Eylemleri Üzerine Tartışmalar

Tartışma: Yönetim, Yönetişim, Temsili Demokrasi ve Katılımcı Demokrasi

Taksim Gezi Parkı Eylemlerini/Direnişini sosyolojik olarak anlamak üzere yazdığım daha önceki blog yazılarında sınıf ve sermaye konularını ele almıştım. Bu yazıda insanların yaşam tarzlarına,  bedenlere, topluluklara ve  kentsel mekanlara yönelik iktidar uygulamalarının neoliberal ve küresel yönetim ve yönetişim uygulamaları ile olan ilişkisini antropolog Ayşe Çavdar ile yapılan bir söyleşi ve devletin küçültülmesi üzerine 1995 yılında Ak Parti ileri gelenlerinden Ömer Dinçer'in 1995 yılında yazdığı bir yazı üzerinden incelemeye çalışıyorum. Bilindiği gibi yönetimci paradıgmada modern devletin hiyerarşik, otoriter, bürokratik ve disiplinci kurumlarını kullanarak bireyleri ve toplulukları eğitmesi, sağlıklı kılması, disiplinli ve düzenli bir şekilde üreticiliklerini sağlaması ve gözetmesi, bunlara paralel olarak siyasal ve sosyal hakları oluşturarak toplumsal-siyasal düzenin oluşturulması ve sisteme karşı eylemlerde bulunanların cezalandırılması gibi yaklaşımlar söz konusu olmaktadır. Temsili demokrasi bu yönetim rejimlerini kullanan iktidarları 4-5 yılda bir yapılan seçimlerle değiştirebilmektedir. Yönetişimsel paradigmada ise yönetilenlerin yönetime katılımı ve daha çok demokratikleşme söz konusu olabilmektedir. Ancak yönetime katılım küresel kapitalizmin sınırları bağlamında söz konusu olabilmektedir. Türkiye'deki durum nedir, Gezi Parkı eylemleri ve yapılan müdahaleler nasıl bir paradigmaya işaret etmekdir, kısa bir blog yazısı çerçevesinde aşağıda tartışılmaktadır. Elbette burada yazdıklarım bir taslak. Daha sonraki araştırmalar ve okuyuculardan gelen katkılarla geliştirilecek bir taslak... 

Milliyet Gazetesinin 24 Haziran 2013'te yayınlanan nüshasında Zeynep Miraç'ın antropolog Ayşe Çavdar ile yaptığı "Aklımdaki sorular: Ayşe Çavdar ile Söyleşi: 2002'de tanıdığımız Erdoğan 'O kışlayı yapmayıverelim' derdi" başlıklı söyleşide Ayşe Çavdar şöyle bir saptamada Bulunuyor: 

"...1980’lerden beri güya iyi yönetişim dedikleri, dünyanın bu yeni kapitalizmi yönetme biçiminden kaynaklanan bir hikâye. AKP bunun uygulayıcısı oldu. Ben buna neo-liberalizm demek istemiyorum, kelime çok eskidi çünkü. Ama bu bir şablon. Devlet kendini küçültür ve sorumluluk alanlarından çekilir. Ama nüfuz alanını da korumaya çalışır. Yeni araçlar icad eder topluma nüfuz etmek için. Bu bazen AVM olur, bazen her gün tükettiğiniz gıda, bazen sağlık sistemi... Türkiye’de bu, hükümetin dindar kimliğiyle örtüştüğü için sanki sürekli din üzerinden topluma müdahale ediliyor gibi bir görüntü yarattı. Oysa hükümet de dindarlığı, sorgulamadan uygulamaya koyduğu bu şablonu meşrulaştırmak için kullanıyor sadece. Diyor ki, ben senin hayatının en dibinde olmak istiyorum, dahası var olmak için senin hayatına ihtiyacım var. Beni ‘nefsimden’ koruyacak..."


Bence din sadece yönetim araçlarını ve müdahalelerini "meşrulaştırmak" yani kabul edilir kılmak için bir çerçeve sunmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal hayatın en ayrıntılı kılcal noktalarına "nüfuz" etmek için de kullanılabiliyor. Daha ötesi özneleri inşa etmek üzere Althusservari ideolojik "çağırma/interpellation" yapıyor. "Dindar gençlik yetiştireceğiz" yaklaşımı tam da bu çerçevede bir "toplumsal mühendislik" Programı olarak yorumlanabilir.  Daha da ötesi bu yeni yönetişimci devlet Foucaultvari bir yaklaşımla özneleri inşa edecek, sınıflandıracak ve denetleyecektir. 


Ayşe Çavdar Şöyle bu yaklaşımı şöyle ifade ediyor: 

"Eskiden devlet uluslararası sınırları korurdu. Bizi sözüm ona Yunanistan’dan, komünist Rusya’dan, İran şeriatından koruyan bir yaratıktı devlet. Artık böyle bir korumaya ihtiyacımız yok, küreselleştik. Şimdi devletin kendisini yerleştirecek yeni sınırlara ihtiyaç var. Nasıl var olacak bu devlet? Seninle benim arama sınır koyarak. Seni benden, beni senden koruyacak. Hatta benim karnımdaki bebeği benden koruyacak. Beni sigaradan koruyacak, kendi ‘nefsimden’ koruyacak..."

Devletin yönetim/yönetişim yaklaşımının Taksim Gezi Parkı eylemleri/direnişi vesilesiyle nasıl daha önceden var olan sınıflandırma ve kutuplaştırma yaklaşımına geçtiğini şöyle anlatıyor: 
"...Bu sertlik politikasının sonsuza kadar süreceğini de zannetmiyorum. Bazı dinamikler var. AKP Kürt sorununu çözüyor ve bu çözümün kendi tabanında nasıl karşılık bulduğunu bilmiyor. Ve iyi bir karşılık bulması gerekiyor, dolayısıyla başka bir düşman tanımlamalı o tabana. Kürtler değil sizin düşmanınız, laikler demeye çalışıyor. İkincisi, ne zamandır gelmekte olan bir ekonomik kriz vardı, oraya hazır bir cevap oldu." (http://gundem.milliyet.com.tr/-2002-de-tanidigimiz-erdogan-o/gundem/ydetay/1726846/default.htm)

Yukarıdan aşağı otoriter yönetim biçiminden devlet küçültülerek yapılacağı umulan yönetişim biçimine geçiş Ak Parti'nin çekirdek kadrosunda yer alan Ömer Dinçer tarafından 1995 yayınlanan bir makalesinde ele alınıp tartışılmıştı (Dincer, O. 1995 “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”  Bilgi ve Hikmet, 1995, No. 12: 3-7.) Bu makalede ileri sürülen düşünceleri 2005 yılında yayınlanan "Laikleşme Tipolojisi ve Türkiye'de Laiklik Deneyimi" başlıklı makalemde Ak Parti'in ortaya çıkışını önceleyen bu yeni yaklaşımı ele alıp incelemeye ve tartışmaya çalışmıştım. O makaledeki bu konuyla ilgili bölümü bu bloga aktarıyorum: 

"Devleti Ele Geçirmeye Yönelik Siyasal İslam ile Devlet-Dışı Kamusal Alandaki Kültürel İslam Tartışmasında Bir Yol Ayrımı (mı?):
"İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Başbakanlık Müsteşarı olan Ö. Dinçer’in bir yazısı (Dinçer, 1995),  Türkiye’de Siyasal İslam’ın 1995’de Refah Partisi iktidar ortağı olma   noktasında iken geldiği yol ayrımının bir göstergesi olarak alınabilir gibi geliyor bana. Sivas’ta 19-21 Mayıs 1995’de yapılan bir sempozyumda sunulan bir konuşmanın Bilgi ve Hikmet dergisinde 1995 yılında yayınlanmış hali olan  yazının başlığı şöyledir: “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”. O zamanlar Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesinde Profesör olan  Dinçer’in  sunuş yaptığı  sempozyumun başlığı da aynıdır. Dinçer bu yazısında küreselleşen bir dünyada modern devlet ile İslam’ın ilişkisinin ne olması gerektiği konusunu sorgulamaktadır. Bu yazı 2003 yılı sonu ile 2004 yılı başında gazetelerde tartışma konusu olmuş ve Ankara Üniversitesi Senatosu 30.12.2003 tarihinde yaptığı toplantıda bu yazı dolayısıyla Profesör Ö. Dinçer’i  kınayan ve müsteşarlık görevinden istifa çağrısı yapan bir karar almıştır. Bu kararda “Cumhuriyet ve laiklik ilkesine bağlılık,  ister bir üniversite öğretim üyesi, ister Başbakanlık müsteşarı olsun herkes için anayasal bir zorunluluktur” denilmekte ve  Ömer Dinçer’in bu yazısında bu ilkeye  bağlılık içermeyen düşüncelerin savunulduğu belirtilmektedir (Ankara Üniversitesi Senatosu, 30.12.2003 tarihli ve 1943 sayılı karar). Ömer Dinçer’in söz konusu yazısı Ankara Üniversitesi Senatosunun yaptığı okumaya cevaz verebileceği gibi siyasal İslam’ın devleti ele geçirmekten vazgeçmesi gerektiği ve sivil toplum ve kamusal alanda kalmasının daha doğru olacağı yönünde bir okumaya da cevaz verebilmektedir.  Yanılmış olmam ihtimali de vardır,  ancak nasıl böyle bir sonuca ulaştığımı ben kısaca açıklayayım, okuyucu kendisi karar versin.

Ömer Dinçer’in yazısı “siyasal İslam” veya “kültürel İslam” kavramlarına karşı çıkarak başlamaktadır. Dinçer şöyle demektedir: “Daha üst ve genel bir kavram olan İslam’ın bir alt öğesiyle zikredilmesi – yani siyasal İslam, kültürel İslam, sosyal İslam şeklindeki ayrımlar – onun kapsamını daraltır ve bütünlüğünden koparır” (Dinçer, 1995: 3). Ancak, birkaç paragraf sonra “İslami hareketleri ve İslami gelişmeleri tarif ederken, siyaset öncelikli İslami hareketler ya da kültürel öncelikli İslami hareketler kavramlarını kullanmak daha doğru olur” diyerek benim bir önceki bölümde sözünü ettiğim iki eğilimi veya gelişmeyi kabul etmekte ve küreselleşen dünyada bu iki eğilimin geleceğinin ne olabileceğini tartışacağını belirtmektedir. Daha sonra Türkiye’deki modernleşme deneyiminin yukardan aşağıya doğru dayatmacı bir bürokratik modernleşme olduğunu belirtmekte ve “siyaset öncelikli”  eğilimin (mesela Refah Partisinin)  devleti ele geçirmesi durumunda var olan devlet ve bürokrasi mekanizmalarını kullanacağını bunun da İslam açısından “önemli mahsurlar doğuracağını” belirtmekte ve şöyle demektedir: “Sizin bu mekanizmayı ele geçirdiğiniz takdirde toplumda bir değişmeyi başlatacak olmanız, tıpkı daha öncekilerin yaptığı gibi totaliter bir değişmeyi öngörür. Halbuki İslam’ın buna cevaz vermediğini … dayatmacı olamayacağını hepimiz biliyoruz” (Dinçer, 1995:4). Daha sonra “kültürel öncelikli İslami hareketleri” (verdiği örnekler, Nurculuk, Fethullahcılık, Süleymancılık ve diğer tarikata dayalı vakıf ve dernekler) ele almakta ve modern bürokratik yapının onları iki seçenekle karşı karşıya bıraktığını belirtmektedir: “Ya Müslüman kimliğini bırak siyasal güçte karar mercii olarak yer al… ya da tamamıyla siyasetten uzak kal” (Dinçer, 1995:4). Bunlardan birincisinin “riyakarlık” olacağını ikincisinin de “dayatmacılık” karşısında teslimiyet olacağını belirtmekte (Dinçer, 1995:4) ve Lenin’in meşhur sorusunu sormaktadır: Bu durumda ne yapmalı? 

İktisadi, siyasal ve kültürel alanların küreselleşme ile birlikte geçirmekte oldukları üç temel değişme veya dönüşüm ortaya konularak bu soru cevaplanmaya çalışılmaktadır. Ele alınan birinci dönüşüm siyasal ve iktisadi örgütlenmelerin küçülmeleri ve ademi merkeziyetçilik çerçevesinde yetkilerin çevre, yerel ve özel örgütlenmelere  devredilmesi eğilimidir. Bu eğilim karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden olan devletçilik ilkesinin geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır (Dinçer, 1995:5). Aynı şekilde  “halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet” kavramının da katılımcılık lehine geçerliliğini yitirdiği belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Ele alınan ikinci eğilim küresel rekabettir. Küresel rekabetin bir takım ulus üstü bölgesel örgütlenmelere katılmayı gerektirdiği belirtilmekte  ve bu sürecin  ulusal devletin egemenliğini aşındırdığı saptaması yapılmaktadır. Bu değişmelerin ulus altındaki yerel kültürlerin öne çıkmasının da önünü açtığı ayrıca belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Üçüncü dönüşüm eğilimi olarak laik milliyetçiliğin zayıfladığı belirtilmekte ve şöyle denmektedir: “… Türkiye’de cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşımaktayım” (Dinçer, 1995:6). Bu cümlede bir muğlaklık vardır. Sert olan laiklik ilkesinin İslam ile “barışması” mı kastedilmektedir (“devletin halkı ile barışması” söyleminde olduğu gibi), yoksa İmam-Hatip okullarında olduğu gibi hem laik hem dinsel olan melez bir durum mu kastedilmektedir? “Laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesi” ne demektir? Açık olarak söylenemeyen bir şey mi vardır, yoksa henüz açıklığa kavuşmamış bir devlet-din ilişkisi mi kastedilmektedir? Birinci bölümde batıdaki laiklik tiplerini anlatırken söylediğim din ile bütünleşme, dine ile mesafeli olma, dini kontrol etme, bütün dinlere aynı mesafede olma seçeneklerinden hangisi kastedilmektedir?

Bu soruların cevabı Dinçer’in yazısının geri kalanında da tam olarak değilse bile biraz açıklığa kavuşmaktadır. Yazının geri kalanında Türkiye Cumhuriyeti’nin üç temel ilkesi olan “Cumhuriyetçilik”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” ilkelerinin  21. yüzyıldaki gelişme eğilimleri karşısında değişmek ve dönüşmek eğiliminde olduğu ve bunun “siyaset öncelikli” ve “kültürel öncelikli” İslami hareketleri de değiştireceği ve birbirine yaklaştırıp bütünleştireceği beklentisi ortaya konulmaktadır (Dinçer, 1995:6) . Bütün bu gelişmelerin  İslamiyet’in yerel toplumlar ve kültürler düzeyinde önünün açılacağı ve bunun toplumsal dinamiklik ve girişimciliğe yol açacağı belirtilmekte ve Türkiye’de doğan bu enerjinin Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve  Güney Asya’da ürünlerinin alınacağı şeklindeki beklenti (Dinçer, 1995:7) ile Dinçer'in makalesi sona ermektedir. (Akşit, B. 2005, “Laikleşme Tipolojisi ve Türkiye’de Laiklik Deneyimi” Şerif Mardin’e Armağan, Istanbul: Iletişim Yayınları, ss. 82-85).

1995'te yayınlanan Ömer Dinçer'in devletin küçültülmesi ve devletin kuruluş ilkelerinin dönüştürülmesi makalesini, 2005'te yayınlanan "Laiklik Tipolojileri" başlıklı makalemi ve 2013'te yayınlanan Ayşe Çavdarın Makalesini yan yana koyup Taksim Gezi Parkı eylemlerinin ortaya çıkardığı devlete bakarsak ne gözlemleyebiliyoruz? Bu devlet zaman zaman küresel emperyal egemenliğin bir parçası olarak Ayşe Çavdar'ın sözünü ettiği "yönetişimci" ve "yarı katılımcı" uygulamalara geçiyor, diğer zamanlarda da küreselleşme öncesindeki ulus-devlet yaklaşımları çerçevesinde yukarıdan aşağı otoriter ve disiplinci yönetim  uygulamalarına geçiyor. Demokrasi seçime indirgeniyor ve çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk öne geçiyor. Taksim Gezi Parkı direnişi karşısında devlet, otoriter-bakıcı veya "antagonistik" uygulamalarını gösterir göstermez, yani 31 Mayıs-1 Haziran 2013,  "Taksim Gezi Parkı Komünü" direnişçi kimliği  oluşmaya başladı.  Sonraki dönemde kısa süreli "yönetişimci" uygulamalar kimliğin meşrulaşma ve kendi kendini ifade etme dönemine girmesini sağladı. Mizah patlaması bu dönemde başladı ve gelişti. Daha sonraki "otoriter baskıcı" uygulamalar "Taksim Gezi Parkı Komünü" kimliğinin "direnişçi" kimlik kazanarak pekişmesini ve yaygınlaşmasını sağladı: "Her yer Taksim her yer direniş" sloganı tam bu noktada çıktı. Türkiye ve Dünya çapında yaygınlaştı ve dünya toplumsal direniş ve komün oluşturma pratikleri tarihine geçti. Bu yeni direnişçi kimlik şimdiye kadar var olan "toplulukçu" veya "cemaatçi" kimlikten farklıdır. Bu kimliğin hem kolektifin, kamunun çıkar ve haklarını savunan bir boyutu vardır hem de özerk ve özgür bir birey olma, eyleminin öznesi olma boyutu vardır. Özerk ve özgür bireyin siyasal eylemlerinin öznesi olarak güçlenip yaygınlaşması Türkiye toplumunun demokratikleşme serüveninde çok önemli bir aşamadır. 


Hiç yorum yok: