Tartışma: Yönetim, Yönetişim, Temsili Demokrasi ve Katılımcı Demokrasi
Taksim Gezi Parkı Eylemlerini/Direnişini sosyolojik olarak anlamak üzere yazdığım daha önceki blog yazılarında sınıf ve sermaye konularını ele almıştım. Bu yazıda insanların yaşam tarzlarına, bedenlere, topluluklara ve kentsel mekanlara yönelik iktidar uygulamalarının neoliberal ve küresel yönetim ve yönetişim uygulamaları ile olan ilişkisini antropolog Ayşe Çavdar ile yapılan bir söyleşi ve devletin küçültülmesi üzerine 1995 yılında Ak Parti ileri gelenlerinden Ömer Dinçer'in 1995 yılında yazdığı bir yazı üzerinden incelemeye çalışıyorum. Bilindiği gibi yönetimci paradıgmada modern devletin hiyerarşik, otoriter, bürokratik ve disiplinci kurumlarını kullanarak bireyleri ve toplulukları eğitmesi, sağlıklı kılması, disiplinli ve düzenli bir şekilde üreticiliklerini sağlaması ve gözetmesi, bunlara paralel olarak siyasal ve sosyal hakları oluşturarak toplumsal-siyasal düzenin oluşturulması ve sisteme karşı eylemlerde bulunanların cezalandırılması gibi yaklaşımlar söz konusu olmaktadır. Temsili demokrasi bu yönetim rejimlerini kullanan iktidarları 4-5 yılda bir yapılan seçimlerle değiştirebilmektedir. Yönetişimsel paradigmada ise yönetilenlerin yönetime katılımı ve daha çok demokratikleşme söz konusu olabilmektedir. Ancak yönetime katılım küresel kapitalizmin sınırları bağlamında söz konusu olabilmektedir. Türkiye'deki durum nedir, Gezi Parkı eylemleri ve yapılan müdahaleler nasıl bir paradigmaya işaret etmekdir, kısa bir blog yazısı çerçevesinde aşağıda tartışılmaktadır. Elbette burada yazdıklarım bir taslak. Daha sonraki araştırmalar ve okuyuculardan gelen katkılarla geliştirilecek bir taslak...Milliyet Gazetesinin 24 Haziran 2013'te yayınlanan nüshasında Zeynep Miraç'ın antropolog Ayşe Çavdar ile yaptığı "Aklımdaki sorular: Ayşe Çavdar ile Söyleşi: 2002'de tanıdığımız Erdoğan 'O kışlayı yapmayıverelim' derdi" başlıklı söyleşide Ayşe Çavdar şöyle bir saptamada Bulunuyor:
"...1980’lerden beri güya iyi yönetişim dedikleri, dünyanın bu yeni kapitalizmi yönetme biçiminden kaynaklanan bir hikâye. AKP bunun uygulayıcısı oldu. Ben buna neo-liberalizm demek istemiyorum, kelime çok eskidi çünkü. Ama bu bir şablon. Devlet kendini küçültür ve sorumluluk alanlarından çekilir. Ama nüfuz alanını da korumaya çalışır. Yeni araçlar icad eder topluma nüfuz etmek için. Bu bazen AVM olur, bazen her gün tükettiğiniz gıda, bazen sağlık sistemi... Türkiye’de bu, hükümetin dindar kimliğiyle örtüştüğü için sanki sürekli din üzerinden topluma müdahale ediliyor gibi bir görüntü yarattı. Oysa hükümet de dindarlığı, sorgulamadan uygulamaya koyduğu bu şablonu meşrulaştırmak için kullanıyor sadece. Diyor ki, ben senin hayatının en dibinde olmak istiyorum, dahası var olmak için senin hayatına ihtiyacım var. Beni ‘nefsimden’ koruyacak..."
Bence din sadece yönetim araçlarını ve müdahalelerini "meşrulaştırmak" yani kabul edilir kılmak için bir çerçeve sunmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal hayatın en ayrıntılı kılcal noktalarına "nüfuz" etmek için de kullanılabiliyor. Daha ötesi özneleri inşa etmek üzere Althusservari ideolojik "çağırma/interpellation" yapıyor. "Dindar gençlik yetiştireceğiz" yaklaşımı tam da bu çerçevede bir "toplumsal mühendislik" Programı olarak yorumlanabilir. Daha da ötesi bu yeni yönetişimci devlet Foucaultvari bir yaklaşımla özneleri inşa edecek, sınıflandıracak ve denetleyecektir.
Ayşe Çavdar Şöyle bu yaklaşımı şöyle ifade ediyor:
"Eskiden devlet uluslararası sınırları korurdu. Bizi sözüm ona Yunanistan’dan, komünist Rusya’dan, İran şeriatından koruyan bir yaratıktı devlet. Artık böyle bir korumaya ihtiyacımız yok, küreselleştik. Şimdi devletin kendisini yerleştirecek yeni sınırlara ihtiyaç var. Nasıl var olacak bu devlet? Seninle benim arama sınır koyarak. Seni benden, beni senden koruyacak. Hatta benim karnımdaki bebeği benden koruyacak. Beni sigaradan koruyacak, kendi ‘nefsimden’ koruyacak..."
Devletin yönetim/yönetişim yaklaşımının Taksim Gezi Parkı eylemleri/direnişi vesilesiyle nasıl daha önceden var olan sınıflandırma ve kutuplaştırma yaklaşımına geçtiğini şöyle anlatıyor:
"...Bu sertlik politikasının sonsuza kadar süreceğini de zannetmiyorum. Bazı dinamikler var. AKP Kürt sorununu çözüyor ve bu çözümün kendi tabanında nasıl karşılık bulduğunu bilmiyor. Ve iyi bir karşılık bulması gerekiyor, dolayısıyla başka bir düşman tanımlamalı o tabana. Kürtler değil sizin düşmanınız, laikler demeye çalışıyor. İkincisi, ne zamandır gelmekte olan bir ekonomik kriz vardı, oraya hazır bir cevap oldu." (http://gundem.milliyet.com.tr/-2002-de-tanidigimiz-erdogan-o/gundem/ydetay/1726846/default.htm)
Yukarıdan aşağı otoriter yönetim biçiminden devlet küçültülerek yapılacağı umulan yönetişim biçimine geçiş Ak Parti'nin çekirdek kadrosunda yer alan Ömer Dinçer tarafından 1995 yayınlanan bir makalesinde ele alınıp tartışılmıştı (Dincer, O. 1995 “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” Bilgi ve Hikmet, 1995, No. 12: 3-7.) Bu makalede ileri sürülen düşünceleri 2005 yılında yayınlanan "Laikleşme Tipolojisi ve Türkiye'de Laiklik Deneyimi" başlıklı makalemde Ak Parti'in ortaya çıkışını önceleyen bu yeni yaklaşımı ele alıp incelemeye ve tartışmaya çalışmıştım. O makaledeki bu konuyla ilgili bölümü bu bloga aktarıyorum:
"Devleti Ele Geçirmeye Yönelik Siyasal İslam ile Devlet-Dışı Kamusal Alandaki Kültürel İslam Tartışmasında Bir Yol Ayrımı (mı?):
"İktidardaki
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Başbakanlık Müsteşarı olan Ö. Dinçer’in bir
yazısı (Dinçer, 1995), Türkiye’de
Siyasal İslam’ın 1995’de Refah Partisi iktidar ortağı olma noktasında iken geldiği yol ayrımının bir
göstergesi olarak alınabilir gibi geliyor bana. Sivas’ta 19-21 Mayıs 1995’de
yapılan bir sempozyumda sunulan bir konuşmanın Bilgi ve Hikmet
dergisinde 1995 yılında yayınlanmış hali olan yazının başlığı şöyledir: “21. Yüzyıla
Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”. O zamanlar Marmara Üniversitesi
İşletme Fakültesinde Profesör olan Dinçer’in
sunuş yaptığı sempozyumun başlığı
da aynıdır. Dinçer bu yazısında küreselleşen bir dünyada modern devlet ile
İslam’ın ilişkisinin ne olması gerektiği konusunu sorgulamaktadır. Bu yazı 2003
yılı sonu ile 2004 yılı başında gazetelerde tartışma konusu olmuş ve Ankara
Üniversitesi Senatosu 30.12.2003 tarihinde yaptığı toplantıda bu yazı
dolayısıyla Profesör Ö. Dinçer’i kınayan
ve müsteşarlık görevinden istifa çağrısı yapan bir karar almıştır. Bu kararda
“Cumhuriyet ve laiklik ilkesine bağlılık,
ister bir üniversite öğretim üyesi, ister Başbakanlık müsteşarı olsun
herkes için anayasal bir zorunluluktur” denilmekte ve Ömer Dinçer’in bu yazısında bu ilkeye bağlılık içermeyen düşüncelerin savunulduğu
belirtilmektedir (Ankara Üniversitesi Senatosu, 30.12.2003 tarihli ve 1943
sayılı karar). Ömer Dinçer’in söz konusu yazısı Ankara Üniversitesi Senatosunun
yaptığı okumaya cevaz verebileceği gibi siyasal İslam’ın devleti ele
geçirmekten vazgeçmesi gerektiği ve sivil toplum ve kamusal alanda kalmasının
daha doğru olacağı yönünde bir okumaya da cevaz verebilmektedir. Yanılmış olmam ihtimali de vardır, ancak nasıl böyle bir sonuca ulaştığımı ben
kısaca açıklayayım, okuyucu kendisi karar versin.
Ömer
Dinçer’in yazısı “siyasal İslam” veya “kültürel İslam” kavramlarına karşı
çıkarak başlamaktadır. Dinçer şöyle demektedir: “Daha üst ve genel bir kavram
olan İslam’ın bir alt öğesiyle zikredilmesi – yani siyasal İslam, kültürel
İslam, sosyal İslam şeklindeki ayrımlar – onun kapsamını daraltır ve
bütünlüğünden koparır” (Dinçer, 1995: 3). Ancak, birkaç paragraf sonra “İslami
hareketleri ve İslami gelişmeleri tarif ederken, siyaset öncelikli İslami
hareketler ya da kültürel öncelikli İslami hareketler kavramlarını kullanmak
daha doğru olur” diyerek benim bir önceki bölümde sözünü ettiğim iki eğilimi
veya gelişmeyi kabul etmekte ve küreselleşen dünyada bu iki eğilimin
geleceğinin ne olabileceğini tartışacağını belirtmektedir. Daha sonra
Türkiye’deki modernleşme deneyiminin yukardan aşağıya doğru dayatmacı bir
bürokratik modernleşme olduğunu belirtmekte ve “siyaset öncelikli” eğilimin (mesela Refah Partisinin) devleti ele geçirmesi durumunda var olan
devlet ve bürokrasi mekanizmalarını kullanacağını bunun da İslam açısından
“önemli mahsurlar doğuracağını” belirtmekte ve şöyle demektedir: “Sizin bu
mekanizmayı ele geçirdiğiniz takdirde toplumda bir değişmeyi başlatacak
olmanız, tıpkı daha öncekilerin yaptığı gibi totaliter bir değişmeyi öngörür.
Halbuki İslam’ın buna cevaz vermediğini … dayatmacı olamayacağını hepimiz
biliyoruz” (Dinçer, 1995:4). Daha sonra “kültürel öncelikli İslami hareketleri”
(verdiği örnekler, Nurculuk, Fethullahcılık, Süleymancılık ve diğer tarikata
dayalı vakıf ve dernekler) ele almakta ve modern bürokratik yapının onları iki
seçenekle karşı karşıya bıraktığını belirtmektedir: “Ya Müslüman kimliğini
bırak siyasal güçte karar mercii olarak yer al… ya da tamamıyla siyasetten uzak
kal” (Dinçer, 1995:4). Bunlardan birincisinin “riyakarlık” olacağını
ikincisinin de “dayatmacılık” karşısında teslimiyet olacağını belirtmekte
(Dinçer, 1995:4) ve Lenin’in meşhur sorusunu sormaktadır: Bu durumda ne
yapmalı?
İktisadi,
siyasal ve kültürel alanların küreselleşme ile birlikte geçirmekte oldukları üç
temel değişme veya dönüşüm ortaya konularak bu soru cevaplanmaya
çalışılmaktadır. Ele alınan birinci dönüşüm siyasal ve iktisadi örgütlenmelerin
küçülmeleri ve ademi merkeziyetçilik çerçevesinde yetkilerin çevre, yerel ve
özel örgütlenmelere devredilmesi
eğilimidir. Bu eğilim karşısında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden
olan devletçilik ilkesinin geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır (Dinçer,
1995:5). Aynı şekilde “halk için ve halk
adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet” kavramının da katılımcılık lehine
geçerliliğini yitirdiği belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Ele alınan ikinci
eğilim küresel rekabettir. Küresel rekabetin bir takım ulus üstü bölgesel
örgütlenmelere katılmayı gerektirdiği belirtilmekte ve bu sürecin
ulusal devletin egemenliğini aşındırdığı saptaması yapılmaktadır. Bu
değişmelerin ulus altındaki yerel kültürlerin öne çıkmasının da önünü açtığı
ayrıca belirtilmektedir (Dinçer, 1995:5). Üçüncü dönüşüm eğilimi olarak laik
milliyetçiliğin zayıfladığı belirtilmekte ve şöyle denmektedir: “… Türkiye’de
cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve
nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu
kanaatini taşımaktayım” (Dinçer, 1995:6). Bu cümlede bir muğlaklık vardır. Sert
olan laiklik ilkesinin İslam ile “barışması” mı kastedilmektedir (“devletin
halkı ile barışması” söyleminde olduğu gibi), yoksa İmam-Hatip okullarında
olduğu gibi hem laik hem dinsel olan melez bir durum mu kastedilmektedir?
“Laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesi” ne demektir? Açık olarak
söylenemeyen bir şey mi vardır, yoksa henüz açıklığa kavuşmamış bir devlet-din
ilişkisi mi kastedilmektedir? Birinci bölümde batıdaki laiklik tiplerini
anlatırken söylediğim din ile bütünleşme, dine ile mesafeli olma, dini kontrol
etme, bütün dinlere aynı mesafede olma seçeneklerinden hangisi
kastedilmektedir?
Bu
soruların cevabı Dinçer’in yazısının geri kalanında da tam olarak değilse bile
biraz açıklığa kavuşmaktadır. Yazının geri kalanında Türkiye Cumhuriyeti’nin üç
temel ilkesi olan “Cumhuriyetçilik”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik”
ilkelerinin 21. yüzyıldaki gelişme
eğilimleri karşısında değişmek ve dönüşmek eğiliminde olduğu ve bunun “siyaset
öncelikli” ve “kültürel öncelikli” İslami hareketleri de değiştireceği ve
birbirine yaklaştırıp bütünleştireceği beklentisi ortaya konulmaktadır (Dinçer,
1995:6) . Bütün bu gelişmelerin
İslamiyet’in yerel toplumlar ve kültürler düzeyinde önünün açılacağı ve
bunun toplumsal dinamiklik ve girişimciliğe yol açacağı belirtilmekte ve
Türkiye’de doğan bu enerjinin Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Güney Asya’da ürünlerinin alınacağı
şeklindeki beklenti (Dinçer, 1995:7) ile Dinçer'in makalesi sona ermektedir. (Akşit, B. 2005, “Laikleşme
Tipolojisi ve Türkiye’de Laiklik Deneyimi” Şerif Mardin’e Armağan, Istanbul: Iletişim
Yayınları, ss. 82-85).
1995'te yayınlanan Ömer Dinçer'in devletin küçültülmesi ve devletin kuruluş ilkelerinin dönüştürülmesi makalesini, 2005'te yayınlanan "Laiklik Tipolojileri" başlıklı makalemi ve 2013'te yayınlanan Ayşe Çavdarın Makalesini yan yana koyup Taksim Gezi Parkı eylemlerinin ortaya çıkardığı devlete bakarsak ne gözlemleyebiliyoruz? Bu devlet zaman zaman küresel emperyal egemenliğin bir parçası olarak Ayşe Çavdar'ın sözünü ettiği "yönetişimci" ve "yarı katılımcı" uygulamalara geçiyor, diğer zamanlarda da küreselleşme öncesindeki ulus-devlet yaklaşımları çerçevesinde yukarıdan aşağı otoriter ve disiplinci yönetim uygulamalarına geçiyor. Demokrasi seçime indirgeniyor ve çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk öne geçiyor. Taksim Gezi Parkı direnişi karşısında devlet, otoriter-bakıcı veya "antagonistik" uygulamalarını gösterir göstermez, yani 31 Mayıs-1 Haziran 2013, "Taksim Gezi Parkı Komünü" direnişçi kimliği oluşmaya başladı. Sonraki dönemde kısa süreli "yönetişimci" uygulamalar kimliğin meşrulaşma ve kendi kendini ifade etme dönemine girmesini sağladı. Mizah patlaması bu dönemde başladı ve gelişti. Daha sonraki "otoriter baskıcı" uygulamalar "Taksim Gezi Parkı Komünü" kimliğinin "direnişçi" kimlik kazanarak pekişmesini ve yaygınlaşmasını sağladı: "Her yer Taksim her yer direniş" sloganı tam bu noktada çıktı. Türkiye ve Dünya çapında yaygınlaştı ve dünya toplumsal direniş ve komün oluşturma pratikleri tarihine geçti. Bu yeni direnişçi kimlik şimdiye kadar var olan "toplulukçu" veya "cemaatçi" kimlikten farklıdır. Bu kimliğin hem kolektifin, kamunun çıkar ve haklarını savunan bir boyutu vardır hem de özerk ve özgür bir birey olma, eyleminin öznesi olma boyutu vardır. Özerk ve özgür bireyin siyasal eylemlerinin öznesi olarak güçlenip yaygınlaşması Türkiye toplumunun demokratikleşme serüveninde çok önemli bir aşamadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder