Tartışmalara Ön Hazırlık:
Toplumsal konular üzerine sosyolojik çözümleme denemeleri yapmadan önce bu konuda 2012 yılında Bağlam yayınlarından çıkan Değişmenin ve Geciş Toplumunun Sosyoloğu: Mübeccel B. Kıray başlıklı bir kitapta yayınlanmış olan “Türkiye’de Modernleşmelerin ve Modernliklerin Kavramlaştırılması: M. B. Kıray’ın Araştırma Programından Yola Çıkan Bir Kuramlaştırma Denemesi” yazımı bu blogun başlangıç yazılarından birisi olarak sunmak istiyorum. Aşağıda okuyacağınız yazıda Mübeccel Kıray'ın Sosyolojik araştırmalarının ve kendi yaptığım sosyolojik araştırmaların kuramsal çerçevesini çiziyorum ve aşağıda listelediğim konularda geliştirdiğim tartışmaları sunuyorum. Aşağıdaki alanlarda geliştirdiğim argümanlar/tartışmalar sosyolojik bilginin ayrıntılı, karmaşık ve indirgenemez düzeylerde oluştuğunu göstermeye çalışıyor.
3. Köylerde Değişme, Kapitalist Çiftlik, Küçük Meta Üreticiliği, Kırsal Dönüşüm Yolları: Bu başlık altında Türkiye'deki köylere kapitalizmin girişinin dinamiklerini ve kapitalist üretim ilişkileri ile küçük meta üretimi ilişkilerinin farklı dönüşüm yolları tartışmalarını ortaya koymaya çalışıyorum.
Akşit, B. (2012) “Türkiye’de
Modernleşmelerin ve Modernliklerin Kavramlaştırılması: M. B. Kıray’ın Araştırma
Programından Yola Çıkan Bir Kuramlaştırma Denemesi” Tüzün, S. (de.) Değişmenin
ve Geciş Toplumunun Sosyoloğu: Mübeccel B. Kıray, İstanbul: Bağlam Yayınları,
ss. 74-108.
1. Modernleşmenin İç ve Dış dinamikleri, Feodal Üretim Tarzı, Asya Tipi Üretim Tarzı, Osmanlı/Türkiye modernleşmesi, Çoklu Modernleşme Yolları ve Küreselleşme: Bu başlık altında Osmanlı/Türkiye modernleşmesinin daha çok iç dinamiklerle mi yoksa dış dinamiklerlemi oluşturuğunu tartışıyorum.
2. Toplumsal Oluşumun Düzeyleri, Belirleyicilik, Göreli Özerklik: Bu başlık altında toplumsal ilişkiler dünyasının tek bir düzlemde değil farklı düzeylerde oluştuğunu ve düzeyler arası ilişkilerin nasıl indigemeci olmadan kurulabileceğini tartışmaya çalışıyorum.
4. İki Ereğli Araştırması ve İki Çorum Araştırması: Kıray'ın Ereğli'de ve benim Çorum'da yaptığım araştırmalardan yola çıkarak Türkiye'de laikleşme/dindarlaşma süreçleri konusundaki tartışmaları anlatmaya çalışıyorum.
5. Dünyada ve Türkiye’de Dinsel Canlanış: Eski ve Yeni Din Sosyolojileri: Bu başlık altında bir önceki bölümde başladığım tartışmaları daha genel düzeye taşıyarak anlatıyorum.
6. Aile Yapılarında Dönüşümler: Mübeccel Kıray, Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Partha Chatterjee: Bu başlık altında da Aile yapılarındaki dönüşümlerle ilgili tartışmaları ortaya koymaya çalıyorum.
Toplumsal konular üzerine yapacağım tartışmaları bu tartışmaların devamı olarak okumak yararlı olur diye düşünüyorum.
Türkiye’de
Modernleşmelerin ve Modernliklerin
Kavramlaştırılması: M. B. Kıray’ın Araştırma Programından Yola Çıkan Bir Kuramlaştırma
Denemesi
Bahattin AKŞİT*
Giriş
Mimar Sinan Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünün 26-27 Kasım 2007’de düzenlediği “Türk Sosyolojisinde Üç Bilim İnsanı: Cahit Tanyol – Mübeccel B. Kıray –
Şerif Mardin Sempozyumu”na sunduğum bildiride Lakatos’un “bilimsel
araştırma programı” kavramından yola çıkarak Kıray’ın araştırmalarında geliştirdiği kuramsal
çerçeveyi ortaya koymaya çalışmıştım (Akşit, 2010) . O bildiri’de Kıray’ın
metinlerinin doğrudan okunması kadar Tekeli’nin 2000 yılında Mübeccel Kıray İçin Yazılar kitabının ilk, “Değişmenin
Sosyoloğu: Mübeccel Belik Kıray” yazısından da yararlanmıştım. Bu bildiride
o çalışmayı devam ettirmek istiyorum. O bildiride bir “genel toplumsal değişme
kuramı” bağlamında Kıray’ın araştırmalarının zaman içinde değişerek nasıl bir
“araştırma programı”na yol açtığını düşünmeye çalışmıştım. Bu yazıda “araştırma
programı” kavramının bir alt alan olarak varsaydığı “kuram”lara ve kavramlara
odaklanacağım. Bunu yaparken “genel toplumsal değişme kuramı” yaklaşımından
uzaklaşıp son 20-25 yılda gittikçe yaygınlaşan “çoğulcu modernleşme yolları”
veya “çoğulcu modernlikler” yaklaşımından yola çıkarak konuyu düşünmeye
çalışacağım. Konuya İngiltere modernleşmesi, Fransa modernleşmesi, Hindistan
modernleşmesi, Kırgızistan modernleşmesi ve Türkiye modernleşmesi şeklinde
bakabileceğimiz gibi Türkiye modernleşmesi içinde alt modernleşme ve modernlikler
olarak da bakmaya başlayabiliriz. Türkiye’deki
“kentsel alanın modernleşmesi” ile “kırsal alanın modernleşmesi” için
ayrı kavramlaştırmalar geliştirebileceğimiz gibi farklı kent grupları ve köy
grupları için modernleşme kuramları düşünebiliriz. Bölge modernleşmeleri
düşünebileceğimiz gibi “Türk modernleşmesi” ve “Kürt modernleşmesi” yollarını
farklı kavramlaştırmalarla anlamaya çalışabiliriz. Kurumlar alanına girdiğimiz
zaman ailedeki, eğitim sistemindeki, ekonomideki, iktidar yapılarındaki, kültürdeki
modernleşmeleri kendi alanlarının işleyiş mantıkları/dinamikleri bağlamında
kavramlaştırmaya başlayabiliriz. Kıray’dan bir sonraki kuşağın ve ondan da bir
sonraki kuşağın yaptığı kuramlaştırmaların bu çoğulculaşma yönünde olduğunu
düşünüyorum. Ben bu çoğulculaşmayı kendi kuram, yöntem ve araştırma pratiğimden
örnekler vererek göstermeye çalışacağım. Bunu yaparken Kıray’ın
genel toplumsal değişme kuramından yola çıkarak ve zaman zaman ona ters
de düşerek ve eleştirel bir şekilde bu kavramsal çerçeveyi nasıl dönüştürdüğümü
ortaya koyma çabası içinde olacağım.
Bu giriş bölümünde bazı nitelendirmeler yapmak
durumundayım. Birinci olarak, yukarıdaki son cümledeki ters düşme, karşıtlık
veya kopuş aynı zamanda bir koşutluk (düz düşme), yandaşlık ve devamlılıkla
birlikte gidiyor. İkinci olarak, Kıray’a karşıtlık içinde öne süreceğim çoğulcu
modernleşmeler veya özgül toplumsal değişmeler/geçişler kavramlaştırması kendi
yazdıklarımı eleştirmek ve onlara ters düşmek anlamına da geliyor. Üçüncü
olarak, yapacağım kavramlaştırma saf kuramsal düzeyde önermeler bütünü
oluşturmaktan çok zaman-mekanda gelişmeler, geçişler, kopuşlar ve
devamlılıkları görmek ve göstermek düzeyinde olacaktır. Yani hem
kavramlaştırmanın nesnesi olan sosyal gerçekliğin bütünselliği, sistematikliği,
devamlılığı sorgulanacaktır, hem de kavramlaştırmanın bütünlüğü, devamlılığı,
bir paradigma oluşturup / oluşturmadığı sorgulanacaktır. Burada üç gerçeklik düzeyi birbirine paralel,
birbiri ile iç içe geçerek ve birbirleriyle etkileşim içinde zaman-mekanda
devamlılıklar ve kopuşlar bağlamında oluşmakta, değişmekte veya gelişmektedir.
Bunlardan birincisi toplumsal-tarihsel gerçeklik; ikincisi kuramsal gerçeklik
düzeyidir. Üçüncüsü ise daha önceki her iki düzeyin de üzerinde bir başka
gerçeklik düzeyinden çözümleme yapılmasıdır. Bu esasında ikinci düzeyin
hem bir parçasıdır hem de “meta” veya ötesi bir düzeydir. Bu girişe son not olarak, Mübeccel Kıray’ın
ve kendimin geçmişte yazdıklarımı eleştirel bir değerlendirmeyle yeniden ele
alışımın nedenini eklemek istiyorum. Birincisi, Tekeli’nin (2004) de belirttiği
gibi bir iç tarih ve gelenek oluşturmak için kopuşları ve süreklilikleri
yeniden ele almak gerekiyor. İkincisi, kuram gökten zembille inmiyor, ancak bu
tür kuramsal araştırmalar, eleştiriler, değerlendirmeler ve denemelerle ortaya
çıkıp gelişiyor.
Paradigmadan Bilimsel Araştırma
Programına Geçiş
Genel toplumsal değişme ve modernleşme kuramından, özgül
toplumsal değişme ve geçişler veya özgül ve çoğulcu modernleşme ve
modernitelere geçmeden önce “paradigma” kavramından “bilimsel araştırma
programı” kavramına geçişi kısaca
anlatmak gereklidir. Bunu daha önce Kıray üzerine yaptığım sunuş için yazdığım
bir yazıdan (Akşit, 2010) özetleme yaparak ortaya koymaya çalışacağım.
Kuhn bilimlerin Popper’in ileri
sürdüğü gibi evrimci bir şekilde ve yavaş yavaş değil, devrimci bir şekilde
paradigma sıçramalarıyla ilerlediğini öne sürmüştür. Bu tez kendi başına
sorunlu olmayabilirdi. Ancak Kuhn bu teze ikinci bir tezi, arka arkaya gelen
paradigmaların birbirleriyle karşılaştırılamayacak kadar farklı olduğu tezini
eklemiştir. Bu ikinci tez arka arkaya gelen paradigmaların gelişme veya
ilerleme oluşturup oluşturmadığı tartışmasını başlatmıştır. Feyeraband daha
ileriye gitmiş ve bilimsel disiplinlerin gelişme tarihinde tek bir metot ve
teori etrafında tek bir paradigmanın oluşmasının söz konusu olmadığını tam
tersine teoriler veya kuramlar çeşitlenmesinin gözlemlendiğini ileri sürmüştür.
Ayrıca Popper’in hipotez test etme ve hipotez yanlışlama yaklaşımının, yanlışlanan tek bir hipotezle
bir teorinin yanlışlanması olarak düşünülmemesi gerektiği vurgulanmış, söz
konusu olanın teori yanlışlama değil teori bırakma olduğu ortaya konmuştur. Bir
teorinin bırakılması için alternatif bir teorinin çıkmış olması, bu teorinin
bir önceki teorinin açıkladıklarını içermesi
ve açıklayamadıklarına da çözümler getirmiş olması gerekmektedir.
Pooper, Kuhn ve Feyerabend’in yaklaşımlarında yola çıkan Lakatos, bu yeni
durumda Paradigma kavramı yerine Bilimsel Araştırma Programı (BAP) kavramını
kullanmanın daha doğru olacağını ileri sürmüştür. Bir araştırmacı veya
araştırma ekibinin bir ömür boyu aynı paradigma içinde kalarak çalışması yerine
bir dizi bilimsel araştırma programı (BAP-1 … BAP-n) içinde çalışması söz
konusudur. BAP-n, BAP-n-1’den daha özgülleşmiş alanlara girmekte, daha önce
araştırılmış ve açıklanmış bütün konuları ve düzenli oluşları varsaymakta, daha
önce açıklanamayan ve anomali olarak görülen konuları da açıklamakta, ayrıca
yeni araştırma alanlarının ufkunu açmaktadır (Kuhn, 1982; Keat ve Urry, 1994;
Feyerabend, 1989; Akşit, 1980, 1985, 2010).
Mübeccel Kıray’ın ve onun
öğrencilerinin araştırma pratiklerinin bilimsel araştırma programları dizisi
olarak anlaşılmasının verimli olacağını düşünüyorum. Bunun hem makro düzeydeki
araştırma ve kuramlaştırmalar için hem de mikro düzeydeki kavramlaştırma ve
araştırmalar için geçerli olduğunu ileri süreceğim. Ancak daha ileri gitmeden
önce mikro-makro düzeyleri ile fail-yapı ilişkileri konusunu kısaca açıklamak
gerekmektedir.
Makro-Mikro ve Yapı-Fail Bağlamında
Kuramlaştırma ve Sorunları
Bilindiği gibi kuramların açıklamaya çalıştığı
gerçekliğin ve odaklandığı düzeyin makro
veya mikro düzeyde olması veya bu iki düzey arasındaki bağlantıları dikkate
alıp, almaması çok önemlidir. Benzer şekilde
yapıya odaklanıp kişi, kişiler arası etkileşim ve grup düzeyindeki failleri
dikkate almamak veya ya da tam tersine
kişiler arası etkileşimi ve failleri dikkate alıp yapı düzeyindeki süreçleri
dikkate almamak veya bunlar arasındaki diyalektik süreçleri dikkate almak
kuramsallaştırmada çok önemlidir. Son zamanlardaki sosyolojik kuramlaştırma
denemeleri mikro ve makro düzeyleri; fail ve yapı diyalektiğini dikkate alarak
yapılanlardır (Layder, 2006). Toplumsal alanlar teorisi olarak adlandırılan bu
yaklaşım çerçevesinde dört alan belirlenmiş ve bu alanların güç ilişkileri göz
önüne alınarak ve zaman-mekana yayılması kurgulanmıştır (Layder, 2006:318).
Layder’ın bu yaklaşımını biraz
değiştirerek şu şekilde ifade etmek uygun olacaktır. Önce dört alanı ortaya
koyalım:
1. Her ne kadar yapısalcı
yaklaşımlar reddetse de bireylerden, aktrörlerden veya faillerden başlamak
durumundayız. Farklı toplumsal hayat alanlarının sağladığı göreli özerklikler
bağlamında özneleşen/failleşen bireylerin her birisine özgü veya tekil
psiko-biyografik güzergahlarını/kariyerlerini toplumsal analizde dikkate almak zorundayız.
Faillik analize alınmadan yapılacak açıklamalar makro düzeyden mikro düzeye
inmemizi engeller ve açıklamalarımızı fakirleştirir. Sıfıra yakın özerkliğe
sahip olan kölenin bile belirli failliği söz konusudur. Onun katılımı olmadan
köle-efendi ilişkisi yürütülemez. Köle sahibinin kölelere karşı hoşgörülü mü,
gaddar mı olacağı bir ölçüde kölelerin itaatkar mı isyancı mı olduklarına da bağlıdır.
2. İkinci düzeyde toplumsal
ilişkinin ortaya çıkışını ve inşa edilişini ele almalıyız. Toplumsal durumlara
göre değişen karşılıklı etkileşim (situated activitiy), anlaşma ve
anlamlandırma süreçleri toplumsal ilişkinin inşa edildiği, yeniden üretildiği,
dönüştürüldüğü veya sona erdirildiği alandır.
3. Toplumsal etkileşimlerin yer
aldığı toplumsal ortamlar (social settings), tarihsel olarak ve toplumdan
topluma çok değişkendir. Bu toplumsal ortamların bir kısmını şu şekilde
sıralayabiliriz: Aile ortamları, arkadaşlık ilişkileri, ilk öğretim
sınıflarındaki veya üniversitelerdeki ders, seminer ve konferans ortamları,
firmalar ve diğer işyerlerindeki ortamlar, köylerdeki tarlalar, köy kahveleri,
doğumlar, düğünler ve cenazelerdeki ortamlar,
kent pazarları, pastaneleri, alışveriş merkezleri ve sokaklarındaki
ortamlar, hastanelerdeki ortamlar,
sinema ve tiyatro salonlarındaki ortamlar ve diğer yüzlerce insanların yüz
yüze geldiği ve etkileşimde bulunduğu
ortamlar.
4. Makro düzeyden mikro düzeye
kadar gelen bağlamsal kaynaklar (contextual resourses), veya sosyo-ekonomik ve
sosyo-kültürel kaynaklar diğer üç düzeydeki etkileşimlere kaynak sunmakta,
olumlu ve olumsuz geri beslemelerde bulunmaktadır. Makro düzeyden mikro düzeye
doğru giden belirleme, belirlenme, göreli özerklik ve olumsallık konumlarından
oluşan çeşitlenme bu boyut içinde ele alınmaktadır. Bu alanların her birisinde
iktidar mücadeleleri/ilişkileri sürmekte ve her bir eylemin, yapının, sistemin,
grubun, sınıfın yeniden üretilmesi, dönüşmesi veya yok olmasının kararı verilmektedir.
Zaman-mekanda genişleyen, ilişki, kurumlaşma ve örgütlenmeler, sistemler ve şebekeler şeklinde yatay ve
dikey eksenlerde yaygınlaşarak küresel sistemle bütünleşirler veya dışlanarak
yalıtılmış ve parçalanmış bölmeler, gettolar oluştururlar.
Modernliğe Farklı Geçiş Yolları ve Çoğul
Modernlikler
Aşağıdan yukarıya doğru burjuva devrimleri ile modernliğe
geçiş, köylü işçi devrimleri ile geçiş ve yukarıdan aşağı baskıcı
modernleştirmeler fikri 1960’ların ortasında Barrington-Moore (1967) tarafından ortaya atıldı. Daha sonra
Skocpol (1979) aşağıdan yukarıya olan burjuva ve köylü-işçi devrimleri yoluyla
modern dünyaya geçişi inceledi. Trimberger (1978) ise yukardan aşağıya baskıcı
modernleşme yolu olarak Almanya, Japonya, Türkiye, Mısır ve Peru’yu inceledi.
Stuart Hall ve arkdasları (1992) Sovyetler Birliğinin 1989’da dağılmasının
hemen arkasından modernlikleri ve geleceklerini ele aldılar. Therborn (1995)
ise Barrington-Moore’dan farklı dört modernleşme yolu önerdi: 1. Avrupa
modernliği, 2. Yeni Dünya modernliği, 3. Kolonial dünyadaki modernlik ve 4 .
Dış tehdit karşısındaki modernlik (Thernborn, 1995: 5-7). (Therborn’un
dördüncü modernleşme/modernlik yolu veya türü Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye ve
Rus Çarlığı-Rusya gibi tam olarak kolonyal devlet hegemonyası altına girmemiş
toplumlardaki modernleşmeyi anlatmaktadır).
Tomlinson, bu
modernlikleri kültürel küreselleşme ve
küresel modernlik bağlamında ele aldı. Daha da önemlisi ekonomik alan, siyasal alan, kültürel alan
gibi farklı alanlarda farklı modernlik başlangıçları, kopuşlar ve süreklilikler
olabileceğini belirtti (Tomlinson, 2004: 53-61). Habermas (2005) ise post-seküler bir dünyada
çoklu modernliklerin kavramlaştırmasının kaçınılmaz olduğunu yazdı.
Mübeccel Kıray’ın araştırmalarına ve kavramlarına
geçmeden önce O’nun hayatından kısaca söz etmekte yarar vardır.
Mübeccel Kıray’ın Kısa Psiko-Sosyal Biyografisi
Mübeccel Kıray’ın bilimsel araştırma programının
oluşumunu anlayabilmek için onun hayat hikayesini-biyografisini, onun bir
kendilik, bir özne, bir fail olarak oluşumunu anlamak gerekmektedir. Daha
önceki bir yazıda (Akşit, 2010), Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım’daki
kendi anlatısına (Kıray, 2001) ve kendi gözlemlerime dayalı olarak bu oluşumu
anlatmaya çalıştım. Burada oradakileri özetlemek ve bir iki yeni cümle
eklemekle yetineceğim. Mübeccel Kıray Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıl
olan 1923 yılında doğmuştur. O kendi kuşağından bir çok kadınla birlikte bir
“Cumhuriyet Kızı”dır. Elif Ekin Akşit, “Cumhuriyet Kızı” kavramını, Kız
Enstitüleri üzerine yaptığı araştırmadan yola çıkarak şu şekilde
tanımlamaktadır:
"Zaten
en büyük değişimleri en çabuk geçiren ve kendilerine Cumhuriyet Kızı denilen de
bu ilk kuşak kızlardı. Elbette sadece enstitülüler değildi Cumhuriyet kızları,
o dönemde ulus-devlet yaratma sürecinin her alanında birçok kadın
çalışıyordu." (Akşit, E.E., 2005,
s. 151).
Birisi erkek, ikisi kız kendisinden büyük üç kardeşinin
olduğu, eğitimli bir anne ve bir demir
yolcu mühendis olan bir babanın oluşturduğu bir ailede sosyalleşen Mübeccel Hocanın ablalarından birisi
1930’ların ilk yarısında Ankara Kız
Enstitüsü’ne devam etmektedir. Elif Ekin Akşit’in de ortaya koyduğu gibi Kız
Enstitüleri ulus-devletin modern ev kadınlığının öğretildiği bir yerdir. En
küçük kardeş olan Mübeccel Kıray’ın ise Kız Enstitüsünde yatılı kalıp Ankara
Kız Lisesi’ne devam etmesine karar veriliyor. Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım
kitabında görüşmeyi yapan arkadaşlar “Niye Enstitü değil de liseye
gönderiliyorsunuz?” diye soruyorlar. Görüşme sırasında orada olan İbrahim Kıray
“Kabiliyet” diyor. Mübeccel Hoca da “Evet. Bütün hocaların çok umudu vardı
bende, öyle diyelim” diyor (s. 33). Ancak ablasının kızıl hastalığı dolayısıyla
oluşan bir tecrit durumu babanın Mübeccel Hocayı Eskişehir’e, ailenin yanına götürmesine ve Eskişehir Lisesi’ne
kayıt yaptırmasına neden oluyor. Ancak orada da fazla kalamıyor, çünkü aile
Adana’ya taşınıyor ve Adana Kız Lisesi’ne kaydı yapılıyor. Ancak orada da
sadece lise birinci sınıf bitiriliyor, ve sonra aile İzmir’e tayin olduğu için
bu sefer İzmir Kız Lise’sine kayıt yaptırılıyor ve lise orada tamamlanıyor (s.
38).
Bilim değişkenliği ve değişmeyi inceler ve araştırır;
değişmeyenleri de hangi değişmeler oluyor ki değişmeyen şeyler ve yapılar
değişmeden kalabiliyor diye inceler. Mübeccel Hoca’nın kişiliği, kendiliği,
özneliği işte böylesine bir “mobility/ hareketlilik” ortamında oluşmuş
gelişmiştir. Yönelimi veya “habitus”u ulus-devletin modern ev-kadını olmak
yönünde değil modern ulus-devletin ve modern toplumunun profesyonel bir üyesi
olma yönünde gelişmiştir. Tıp veya biyoloji alanında profesyonellik için
Ankara’da imkanların olmadığı ortaya çıkınca önce felsefeye yöneliyor. O
zamanki Dil-Tarih Felsefe’deki skolastikliği görünce de Sosyoloji alanını seçiyor ve modernleşme yoklundaki toplumun
bilgisini üretme misyonu yönünde önemli bir adım atıyor. Behice Boran, Muzaffer
Şerif, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav gibi sosyal bilimciler, kendi
ailesi ve lise yıllarının öğretmenlerinin çok ötelerine geçen bir bilimsel
araştırma ufkunu Mübeccel Hoca’nın önüne açıyor; Mübeccel Hoca’da bu yolda
heyecanla ve şevkle yürüyor. Lisans derecesi ile yetinmiyor ve doktora
çalışmalarına başlıyor ve Behice Boran’ın danışmanlığında “tüketim normları”
konusundaki bir doktora tezini 1947’de tamamlıyor. O sırada DTCF’de cadı kazanı
kaynatılıyor ve akademik düzeyi çok yüksek olan hocaların üniversiteden
uzaklaştırılmaları başlıyor. Mübeccel
Hoca, Behice Boran ve Muzaffer Şerif’in
önermesiyle Northwestern Üniversitesi Antropoloji Bölümünde ikinci bir doktora
çalışmasına başlıyor ve 1950’de bitirip Türkiye’ye dönüyor.
1950’lerin başında sosyoloji üç farklı mekan ve kurumda, ve dünya görüşü ve sosyolojik-teorik yaklaşımlar
bakımında çok farklı olmasalar da üç odaklı bir bölmelenmişlik içinde
yürütülmektedir (Akşit, 1985; Akşit, 2010). İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’ndeki Sosyoloji Hilmi Ziya Ülken başkanlığında, yine aynı
üniversitenin İktisat Fakültesi’ndeki Sosyoloji ise Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu başkanlığında yürütülmektedir.
Ankara Üniversitesi DTCF’deki Behice Boran ve Niyazi Berkes başkanlığındaki
sosyoloji kürsüsü 1947-48 tasfiyeleri ile
kapatılmış ve 1949’da Tahir Çağatay ve Nihat Nirun’nun yürüttükleri bir
kürsü olarak yeniden açılmıştır. Bu üç kürsü her ne kadar bazı küçük
farklılıklarla birbirinden ayrı dursalar
da her üçü de milliyetçi-muhafazakar çizgiye yakın bir sosyoloji geleneği
içinde olmuşlardır. DTCF’deki 1939-1947 yılları arasındaki ampirik
araştırmalara dayalı Marxist sosyoloji geleneği sahnede değildir. Mübeccel Hoca
1950’de iki doktoralı bir sosyolog-antropolog olarak Türkiye’ye dönmüş
ancak bu kürsülerden herhangi birisine
kabul edilmemiştir. O zamanki siyasal-hukuksal düzen onu sosyoloji kürsüsünde
değil siyasi mahkum olarak hapishanede görmek istemiş ve “1951 Solcu Tevkifatı”
sürecinde yeni evlendiği eşi İbrahim Kıray ile birlikte tutuklanmıştır. İki yıl
hapiste kaldıktan sonra mahkeme önüne çıkarılmış ve özgürlüğe kavuşmuştur.
Üniversite’ye girmesinin o dönemde mümkün olduğunu görmüş ancak ilerde bunun
mümkün olabileceğini düşünerek İngilizce bilgisini kullanarak bir yandan bir firmada sekreter olarak
çalışmış bir yandan da doçentlik tezini hazırlamıştır. Benim ve birçoğumuzun
başına geldiği gibi doçentlik sınavından geçirilmemiş ama O yine yılmamış ve
ikinci kez girmiş ve doçentliğini almıştır.
Mübeccel Kıray’ın kişiliğini veya bireyselliğini
yapılar/şartlar tarafından belirlenmiş bir birey olarak düşünmek bağnaz
bir yapısalcı belirlemeciliğin bile cüret edemeyeceği bir yaklaşım olur. Hatta
belki de bireysel özerkliğe belirli derecede imkan tanıyan Bourdieu’nun
“habitus” kavramı bile buradaki direnme ve toplumun bilgisini üretme yönündeki
failliği/özneliği yeterince açıklayamıyor. Burada direnen, aktif bir fail
olarak ve yaratıcı bir şekilde kendi toplumsal güzergâhının önündeki engelleri
kaldırmaya çalışan ve üstlendiği mesleki-bilimsel misyonu / yüce düşü her
halükarda gerçekleştirmek isteyen bir kişilikle karşı karşıyayız. Bir gün
mutlaka toplumunun bilimsel bilgisini üretme ve aktarma konusunda bir konumu
yakalayacağını biliyordu ve ona göre hazırlanıyordu. Aradığı konum 1960
darbesinden sonra ortaya çıkan siyasal dönüşümler sonucunda kurumlardaki koyu
muhafazakar-milliyetçi havanın dağılması ile ve yeni kurulan ODTÜ bağlamında ortaya çıktı ve onun bir
bilimsel araştırma programı oluşturması ve yaygınlaştırması için gerekli olan
konumları ve toplumsal-siyasal ortamı yarattı. 1960’lı yıllarda Devlet Planlama
Teşkilatı’nın (DPT) kurulması ve birinci ve ikinci planların yapılması da bu
yeni ortamın önemli öğelerindendir.
Kıray’ın bilimsel araştırma programının
başlangıcını 1939-1947 DTCF Sosyoloji geleneğinden başlatabiliriz. Ancak, 1960-1961
akademik yılı ikinci yarısında ODTÜ’ye girdiği andan itibaren çok hızlı bir
gelişme oluyor. 1962’de Ereğli Araştırmasını yapıyor ve 1964 yılında Ereğli:
Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası DPT tarafından basılıyor.
1963-64 yıllarından Söke Araştırması yapılıyor ve Yedi Yerleşme Noktasında Turizmle
İlgili Sosyal Yapı Analizi 1964 yılında Turizm ve Tanıtma Bakanlığı
tarafından yayınlanıyor.
Daha önce de anlattığım gibi (Akşit, 2010), 1964-1965 ders yılında biz birinci sınıfta sosyoloji ve antropolojiye giriş derslerini ondan alırken Mübeccel Hoca da Çukurova Bölgesindeki dört köyde alan araştırması yapıyordu. İkinci sınıfta köy sosyolojisini alırken bu alan araştırmasını bize anlattı ve biz de ilk alan araştırmamızı bu ders için yaptık. Belki de ikinci sınıftaki heyecanlı yaşantımızı kısaca anlatmak ilginç olur. Mübeccel Kıray’ın iki dersi ikinci sınıfta sırasıyla “Şehir Sosyolojisi” ve “Köy Sosyolojisi” idi. Mantıksal ve evrimsel olarak önce köy sonra şehir sosyolojisi olmalı. Ama Mübeccel Kıray önce şehri sonra köyü anlatıyordu. Neden önce şehri anlatıyordu? Çünkü şehir sosyolojisinde modern toplumu anlatıyordu. Mübeccel Kıray’ın derdi geleneksel toplum veya karasabanla yapılan tarımsal üretimden çıkan artık ürünün cevaz verdiği bir devlet yapısı ve dinsel ve geleneksel toplumdan modern sanayi-kent toplumuna geçişi anlatmaktı. Sanayi öncesi toplumda az sayıda esnaf ve zanaatkarın yaşadığı küçük şehirler var. Bir de imparatorluğun başkenti olan bir şehir var. Bütün bunlar beş bin yıl kadar önce olmuş olan tarım ve şehir devriminden sonra kurulmuş tarımsal imparatorlukların hakim olduğu organik enerjiye dayalı üretim yapılan köy toplumları. Organik enerji kullanımından inorganik enerji kullanımına, kömür, buhar ve elektrik enerjisine geçişten sonra köy toplumları yavaş yavaş azalacak ve nüfusun çok küçük bir yüzdesi köylerde yaşar duruma gelecektir. Tarım/köy toplumlarının yerini modern şehirli sanayi toplumları alacak. Modern sanayi toplumu demek genel olarak şehir toplumu demektir. Şehir sosyolojisi onun için çok önemli. Çünkü şehir sosyolojisinde modern toplumun ortaya çıkması, dönüşmesi, yerleşmesi, kurumlarının ortaya çıkması ele alınıyor. Mesela bir derste Mübeccel Hoca, heyecanla metropoliten şehir nedir onu anlatıyor. Merkezi İş Alanındaki devasa binalardaki bürolardan o metropoliten şehrin bütün bir arka alanının nasıl kontrol edildiği, yönetildiğini anlatıyor. Hinterlandın bütün iletişiminin, haberleşmesinin, ulaşımının nasıl merkezi iş alanından kontrol edildiğini dinleyince bambaşka bir dünya açılıyordu önümüzde. Dünya metropollerini New York’u, Tokyo’yu, Londra’yı anlatması sizin dünyaya bakışınızı değiştiriyor. Bütün dünya bir yerleşim yerleri hiyerarşisi içinde yönetiliyor. Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” kitabında merkezsiz bir anlatım vardır (Hard ve Negri, 2001), Kıray da ise merkezler vardır, bunlar büyük metropoliten şehirlerdir. Bütün bunları dinlemek ve öğrenmek çok heyecan vericiydi.
Daha önce de anlattığım gibi (Akşit, 2010), 1964-1965 ders yılında biz birinci sınıfta sosyoloji ve antropolojiye giriş derslerini ondan alırken Mübeccel Hoca da Çukurova Bölgesindeki dört köyde alan araştırması yapıyordu. İkinci sınıfta köy sosyolojisini alırken bu alan araştırmasını bize anlattı ve biz de ilk alan araştırmamızı bu ders için yaptık. Belki de ikinci sınıftaki heyecanlı yaşantımızı kısaca anlatmak ilginç olur. Mübeccel Kıray’ın iki dersi ikinci sınıfta sırasıyla “Şehir Sosyolojisi” ve “Köy Sosyolojisi” idi. Mantıksal ve evrimsel olarak önce köy sonra şehir sosyolojisi olmalı. Ama Mübeccel Kıray önce şehri sonra köyü anlatıyordu. Neden önce şehri anlatıyordu? Çünkü şehir sosyolojisinde modern toplumu anlatıyordu. Mübeccel Kıray’ın derdi geleneksel toplum veya karasabanla yapılan tarımsal üretimden çıkan artık ürünün cevaz verdiği bir devlet yapısı ve dinsel ve geleneksel toplumdan modern sanayi-kent toplumuna geçişi anlatmaktı. Sanayi öncesi toplumda az sayıda esnaf ve zanaatkarın yaşadığı küçük şehirler var. Bir de imparatorluğun başkenti olan bir şehir var. Bütün bunlar beş bin yıl kadar önce olmuş olan tarım ve şehir devriminden sonra kurulmuş tarımsal imparatorlukların hakim olduğu organik enerjiye dayalı üretim yapılan köy toplumları. Organik enerji kullanımından inorganik enerji kullanımına, kömür, buhar ve elektrik enerjisine geçişten sonra köy toplumları yavaş yavaş azalacak ve nüfusun çok küçük bir yüzdesi köylerde yaşar duruma gelecektir. Tarım/köy toplumlarının yerini modern şehirli sanayi toplumları alacak. Modern sanayi toplumu demek genel olarak şehir toplumu demektir. Şehir sosyolojisi onun için çok önemli. Çünkü şehir sosyolojisinde modern toplumun ortaya çıkması, dönüşmesi, yerleşmesi, kurumlarının ortaya çıkması ele alınıyor. Mesela bir derste Mübeccel Hoca, heyecanla metropoliten şehir nedir onu anlatıyor. Merkezi İş Alanındaki devasa binalardaki bürolardan o metropoliten şehrin bütün bir arka alanının nasıl kontrol edildiği, yönetildiğini anlatıyor. Hinterlandın bütün iletişiminin, haberleşmesinin, ulaşımının nasıl merkezi iş alanından kontrol edildiğini dinleyince bambaşka bir dünya açılıyordu önümüzde. Dünya metropollerini New York’u, Tokyo’yu, Londra’yı anlatması sizin dünyaya bakışınızı değiştiriyor. Bütün dünya bir yerleşim yerleri hiyerarşisi içinde yönetiliyor. Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” kitabında merkezsiz bir anlatım vardır (Hard ve Negri, 2001), Kıray da ise merkezler vardır, bunlar büyük metropoliten şehirlerdir. Bütün bunları dinlemek ve öğrenmek çok heyecan vericiydi.
Mübeccel Kıray’ın bize anlattığı Çukurova Köy
Araştırması, ikisi daha çok kendisi için üretim yapan diğer ikisi Pazar için
üretim yapan (cash crop) dört köyde yapılıyor (Kıray, 1966, 1968; Hinderink ve
Kıray, 1970). Bu dört köyün seçimi teorik olarak ve yöntemsel açıdan çok
uygundur. Daha az değişmiş olan köyler ile tamamen kapitalist ilişkilerin hâkim
olduğu köyler karşılaştırılmakta ve değişmenin/gelişmenin sonuçları ortaya
koyulmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Mübeccel
Kıray’ın araştırma programı açısından bu kuramsal yaklaşımın ve yöntemin
1940’larda Behice Boran’ın Manisa köylerinde yaptığı “toplumsal yapı analizi”
ile bir devamlılık oluşturmaktadır. Mübeccel Hoca benzer bir köy araştırmasını
1978-1979 yıllarında o zamanlar
İstanbul’un Yalova ilçesinin bir köyü olan Taşköprü köyünde Dünya Kırsal
Kadınlar Derneği için hazırlamıştır (Kıray, 1998, ss. 89-146).
Mübeccel Kıray’ın bilimsel araştırma programının
oluşmasında köy araştırmaları kadar ve belki de onlardan daha fazla kasaba ve
kent araştırmaları merkezi önemdedir. Ereğli Araştırması, doktora ve doçentlik
için yaptığı araştırmaların ötesine geçmesini ve hem köyler hem de kentler için
bir araştırma çerçevesi oluşturmuştur. Çukurova araştırması köy araştırma
çerçevesinin, İzmir Araştırması ise kent araştırma çerçevesinin kuruluşu
açısından önemlidir. İzmir Araştırmasının verileri benim bölümden mezun olup
Chicago Üniversitesine gittiğim yılın, 1968 yılının, Haziran ve Temmuz
aylarında toplanmıştır. Haziran-Temmuz aylarında İzmir’e ben de gittim ve
oradaki fabrikaları dolaşıp ilgili kişilerle derinlemesine görüşmeler yaptım.
Bu görüşmeler sırasında bir deftere notlar aldım ve bu defteri de Mübeccel
Hoca’ya verdiğimi hatırlıyorum. Bu araştırma Sosyal Bilimler Derneği
çerçevesinde ve Ford Vakfı’nın mali
desteği ile yapılan 5-6 araştırmadan birisi olarak 1972 yılında Örgütleşemeyen
Kent: İzmir’de İş Hayatının Yapısı ve Yerleşme Düzeni başlığıyla ve
Sosyal Bilimler Derneği yayını olarak basıldı ve kent araştırmalarına yol gösteren klasik bir
kitap oldu. Daha sonra İstanbul Merkezi İş Alanı Araştırması (MİA) İzmir
Araştırmasının geliştirilmiş ve uyarlanmış bir şeklidir; o araştırmanın
basılmamış olması bir talihsizliktir.
Mübeccel Kıray’ın Sosyolojik Araştırma
Programı Ve Eleştirel Olarak Değerlendirilmesi ve Çoğulcu Modernleşme Kuramları
Bağlam yayınlarından 2010 Mayıs
ayında çıkan Türk Sosyolojisinde Üç Bilim İnsanı başlıklı kitapta aşağıdaki alt
bölümlerden ilk üçü yayınlandı. Bu yazının bütünlüğü açısından oradaki
metinleri çok az değişiklikle buraya uzun alıntılar olarak alıyorum (Akşit,
2010:ss. 68-72). Diğer alt bölümler bu yazı için hazırlanmıştır.
Mübeccel Kıray’ın Sosyolojik Araştırma
Programı’nın Temel Kavramları
Daha önce de belirttiğim gibi 1939-1947 yılları arasında
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde başlamış olan bir
sosyolojik araştırma programını Mübeccel Kıray
ODTÜ Sosyal Bilimler Bölümünde 1960-1973 yılları arasında yeniden
canlandırmış, geliştirmiş ve çevresindeki meslektaş ve öğrencileri ile
paylaşarak genişlemesini, devamlılığını sağlamıştır. Lakatos’un Bilimsel
Araştırma Programı kavramına göre bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında
araştırma sonuçlarına göre değiştirilen heuristik önermeler vardır. Bu sosyolojik araştırma
programının pek fazla değişmeyen çekirdek kısmını ve değişmelere uğrayan yan
önermeleri kısaca ortaya koymaya çalışalım. Mübeccel Hoca’nın bütün yazılarını
tarayarak İlhan Tekeli’nin “Değişmenin Sosyoloğu: Mübeccel Belik Kıray” yazısında
ortaya koyduğu çerçeve çok verimli bir çerçevedir. Tekeli (2000) Kıray’ın
sosyal değişme ve toplumsal yapı ile ilgili araştırmalarında ve yazılarındaki
ontolojik ve epistemolojik varsayımları çok açık bir şekilde önermeler halinde
ortaya koymuş ve açıklamıştır.
Tekeli’nin (2000) yazısından da yararlanarak Kıray’ın sosyolojik
araştırma programı sürecinde kullandığı kuramsal çerçevenin kavramlarını şöyle
sıralayabiliriz: Sosyal değişmenin evrenselliği ve merkeziliği; Temel toplumsal
yapı; Değişmede iç ve dış dinamikler; Kendiliğinden toplumsal değişme ve planlı veya müdahaleli toplumsal değişme;
Toplumsal yapı bütünlüğünün korunması ve ara formlar veya tampon kurumlar;
Temel yapısal değişmenin yönü; Artı ürüne el koyma biçimleri; Uzun zaman
birimlerinde tarihsel sosyolojik gözlemler; Daha ileri toplumsal yapıya geçiş,
ilerleme ve evrim; Tarım devrimi ve
tarım toplumları; Feodal üretim tarzı; Sanayi devrimi ve modern sanayi
toplumları; Modern sanayi toplumlarının farklılaşmaya, ihtisaslaşmaya ve
bütünleşmeye yönelik değişme çizgileri; Laiklikleşmenin farklılaşma,
ihtisaslaşma ve dinin kamusal alandan özel alana çekilmesi ile birlikte
gitmesi.
Köyde toplumsal değişmeyi açıklamak üzere kullandığı
başlıca kavramalar şöyle sıralanabilir: Pazar için üretim (cash crop
production); toprak kutuplaşması;
kapitalist çiftçi ve tarım işçilerinin ortay çıkması; köylülüğün topraktan
kopması (depeasantization).
Şehirlerdeki toplumsal değişmeyi açıklamak üzere
kullandığı başlıca kavramlar şunlarıdır:
Merkezi iş alanı; örgütleşemeyen işler; örgütleşemeyen kent; informal
sektör; metropoliten kent ; hakim kent; gecekondu.
Bu kavramlardan hangileri araştırma programının çekirdek
kısmına aittir, hangileri yeni ortaya çıkan bulguları ve gelişen olayları
açıklamak üzere değiştirilebilir? Başka bir deyişle çekirdek kuram kurtarılmak
üzere hangi kavramlar kullanılmış ve hangi açıklamalar yapılmıştır? Bu soruları
Lakatos’un “bilimsel araştırma programı” kavramlaştırmasından yola çıkarak
çekirdek kavramları ve “heuristic” kavramları ortaya koyarak cevaplamak mümkün müdür (Laktos and Musgarve,
1992)?. Yukarda sıraladığım bütün kavramlar için bir değişme, dönüşme veya
sorun/sal sıçraması güzergahı çıkarılabilir mi? Bu yazının çerçevesi içinde yukarda
sıraladığım kavramların hepsinin güzergahlarını çıkarmak mümkün olamayacaktır.
Ben Mübeccel Kıray’ın kuramsal ve kavramsal listesinde var olan bazı kavram
kümeleri ile ilgili olarak kavram dönüşümleri veya “heuristic”/sorunsal
sıçramaları denemesi yapacağım ve genel bir sosyal değişme ve modernleşme
kuramından daha spesifik ve kücük/orta boylu toplumsal değişme/modernleşme
kuram(lar)ına geçişleri kendi araştırmalarıma dayanarak düşünmeye/görmeye ve
göstermeye çalışacağım.
Modernleşmenin İç ve Dış dinamikleri,
Feodal Üretim Tarzı, Asya Tipi Üretim Tarzı, Osmanlı/Türkiye modernleşmesi,
Çoklu Modernleşme Yolları ve Küreselleşme
Mübeccel Kıray Osmanlı toplumunun Asya Tipi Üretim Tarzı
ile açıklanabileceği tezine karşı çıkıyor ve Feodal üretim tarzının
genellenerek tarım toplumlarının evrensel üretim tarzı haline
getirilebileceğini savunuyordu. Benzer bir savunmayı 1966’de yazdığım Türkiye'de Azgelişmiş Kapitalizm ve
Köylere Girişi kitabının
giriş bölümünde ben de yapmıştım. Benim bu konuda geçirdiğim kavramsal dönüşümü
kısaca özetleyerek Kıray’ın araştırma programından yola çıkılarak nasıl bir
dönüşüm gerçekleştirilebileceğini örneklemeye çalışayım.
Sözünü
ettiğim kitabın giriş bölümünde Sencer Divitçioğlu’nun 1966’da yayınlanmış olan
Asya
Tipi Üretim Tarzı ve Azgelişmiş Ülkeler kitabındaki “içsel dinamikler”
sonucu modernleşemediğimiz ve geri kaldığımız
tezine karşı çıkıyor ve Osmanlı/Türkiye toplumunun modernleşmesi veya
azgelişmişliğinde “dışsal dinamikler”in daha ağrılıklı olduğu tezini savunuyordum.
Sözünü ettiğim kitapta Divitçioğlu, Osmanlı toplum yapısına hakim olan üretim
tarzının feodal üretim tarzı değil “Asya Tipi Üretim Tarzı-ATÜT” olduğunu savunuyor ve ATÜT’ün hakim olduğu
bir toplumsal formasyondan kapitalist sanayileşmeye geçmenin mümkün olmadığını
ve bunun için Türkiye’nin geri kaldığını savunuyordu.
Sencer Divitçioğlu’nun tezine karşı çıkarken dayandığım tez Mübeccel
Hoca’nın Osmanlı toplumundaki üretim tarzı ile Avrupa’nın sanayi öncesi üretim
tarzının temelde aynı olduğu teziydi. Bu tezin temel argümanı şöyleydi: Her
ikisinde de saban ve öküzler ile toprağa bağlı üreticiler tarafından üretim
yapılıyordu. Avrupa’da üreticiler “serf” olarak adlandırılıyordu, Osmanlı’da
ise “reaya”. Avrupa’da artı-ürüne el koyanlara “lord “deniyordu ve “suzeren”
olarak daha büyük lordlara ve sonunda
devlete bağlı idi. Osmanlı’da ise merkezi devletin tayin ettiği
“bürokrat-lord”, yani “sipahi beyi”
artı-ürüne el koyuyordu ve bunun bir kısmını merkeze gönderiyordu. “ATÜT”çü
yaklaşıma göre mülkiyetin devlette mi yoksa lord’damı olduğu çok önemliydi.
Mülkiyet devlete değil de lordlara ait olduğu zaman bir aristokrasi sınıfı
ortaya çıkıyordu. Batı’da burjuva devrimleri sürecinde ya aristokrasinin bir
kısmı burjuvaziye dönüşmüştü ya da burjuvazi aristokrasiyi devirmişti. Oysaki
ATÜT’ün hakim olduğu Osmanlı toplumunda böyle bir sınıf mücadelesi ve burjuva
devrimi söz konusu olamıyordu. Yani Avrupa feodalizmi bir iç dinamik süreci ile
sanayi devrimine ve burjuva devrimine doğru evrimleşebiliyordu. Osmanlı’da ise bütün artı-değer devlet tarafından
emiliyor ve üretim sürecine yatırılacak sermaye birikimi olamıyordu.
Mübeccel Kıray’ın yaklaşımına ve benim o sırada
savunduğum teze göre ise her ikisi de “feodal” üretim biçimiydi. Osmanlı’da
kapitalist sanayileşmenin olmamasının nedeni dış dinamik idi. Coğrafi
keşiflerle birlikte Avrupa’da sanayi kapitalizmine doğru evrimleşme başlamış ve
Osmanlı toplumu da yarı-kolonyal ve emperyalist mekanizmalarla bağımlı hale
getirilmiş ve artı-değer batıya aktarılmaya başlamıştı. Daha sonra Paul
Baran’ın 1957’de yayınlanan kitabı Political Economy of Growth
kitabındaki tezden yola çıkarak Andre
Gunther Frank’ın geliştireceği artı-değer aktarımı yoluyla geri kalmışlık veya
az gelişmişlik tezini ben de Baran’ın kitabından yola çıkarak ve Frank’ı
okumadan ondan bağımsız olarak geliştirmiş ve kitabın adını ona göre koymuştum:
“Türkiye'de
Azgelişmiş Kapitalizm ve Köylere
Girişi”. Daha sonraki
yıllarda Avrupa’daki “feodal üretim tarzı” ile “Asya üretim tarz”larını ikisini
birden içine alan ancak her birine özgül tarihsellik tanıyan “haraca dayalı üretim tarzı” (tributory mode
of production) kavramının daha ileri bir kavramlaştırma tarzı olduğunu
düşünmeye başladım. Bu kavramlaştırmayı Mübeccel Kıray ile aynı tarihte doğan
antropolog Eric Wolf’un 1982’de yayınlanan kitabı Europe and People Without History
kitabına dayanarak yapmanın daha uygun olacağını düşündüm. Wolf, Batı’dan
yayılan kapitalizmin diğer halkların toplumunu, siyasetini, ideolojisini nasıl
değiştirip dönüştürdüğünü oldukça paradoksal olan bir kavramlaştırmayla evrimci
olmayan “küresel antropoloji” yaklaşımı ile ortaya koymaya çalışıyordu (Wolf,
1982). Bu yaklaşıma göre kapitalist üretim biçimi, “haraca dayalı üretim
biçimi” (tributory mode of production) ve “akraba düzenli üretim biçimi” (kin-ordered
mode of production) olmak üzere üç üretim biçimi olarak dünyanın değişik
yerlerinde birbirlerinden bağımsız olarak ve bölmelenmiş bir şekilde,
birbirleriyle rekabet halinde, birbirleriyle iç içe geçmiş olarak var
olabiliyorlardı. Onları genel evrimci değişme kuramının aşamaları olarak
almamalıydık. Sonra Batı Avrupa’da yeni bir dinamiğe ve genişleme mantığına
bürünen kapitalist üretim biçimi diğer iki üretim biçimi temelinde kurumlaşmış
olan toplumları dışarıdan içeriye doğru
giren bir dönüştürme süreciyle sömürgeleştirdi, kapitalistleştirdi ve
kapitalist dünya siteminin bir parçası haline getirdi.
Yukarda, modernliğe farklı geçis yolları kısmında sözünü ettiğim Barrington Moore’un 1967 yılında yayınlanan Social
Origins of Dictatorship and Democracy,
Lord and Peasant in the Making of Modern
World adlı kitabında modern dünyaya üç geçiş öneriyordu. İngiltere, Fransa ve Amerika’daki aşağıdan
yukarıya doğru yapılan burjuva
devrimleri yoluyla modern kapitalist dünyaya geçiş Almanya ve Japonya’da gerçekleşemiyor.
Burada hem diğerlerinin daha önce kapitalizme
geçmiş olmaları dolayısıyla yani dış dinamiklerin etkisiyle hem de iç
dinamiklerin işleyişiyle üst sınıflardan bir fraksiyon yukardan aşağıya doğru
baskıcı modernleştirme yolunu seçiyorlardı. Bu ikinci geçiş yolu daha sonraları
faşist rejimlerin ortaya çıkmasının zeminini hazırlıyordu[1].
Moore’un kitabının yayınlanmasından on yıl kadar
sonra onun öğrencilerinden Skocpol (1979) birinci geçiş yolunu ve Trimberger
(1978) ise ikinci geçiş yolunu inceliyordu. İlginç olan konu Trimberger’in modernliğe
ikinci geçiş yolu çalışmasına Almanya ve Japonya’nın yanında Türkiye,
Mısır ve Peru’nun da dahil edilmesidir.
Sovyetler Birliğinin 1989’da dağılmasının hemen
arkasından sosyalist ve kapitalist iki modernleşme yolu yerine modernliklerin
çoğulculaşması söz konusu oldu (Hall ve arkdasları, 1992). Yukarda da
belirttiğim gibi Therborn (1995) Moore’dan farklı dört modernleşme yolu önerdi:
1. Avrupa modernliği, 2. Yeni Dünya modernliği, 3. Kolonial dünyadaki modernlik
ve 4. dış tehdit karşısındaki modernlik (Thernborn, 1995: 5-7). Tomlinson
(2004) bu modernlikleri kültürel
küreselleşme ve küresel modernlik bağlamında ele aldı. Daha da önemlisi ekonomik alan, siyasal alan, kültürel alan
gibi farklı alanlarda farklı modernlik başlangıçları, kopuşlar ve süreklilikler
olabileceğini belirtti (Tomlinson, 2004: 53-61). Habermas (2005) ise post-seküler bir dünyada
çoklu modernliklerin kavramlaştırmasının kaçınılmaz olduğunu yazdı.
Mübeccel Kıray da bu kendine has geçişler meselesini
vurgular.
o
anki dünyanın bütününe haiz konjonktürel şartlardan dolayı köylü toplumundan
çıkıp sanayi toplumuna yani ücretlileşmiş, sanayileşmiş, uzmanlaşmış insanların
oluşturduğu şehirsel bir topluluğa geçmek, her yerde kendine has oluyor. Yani
İtalya'nın geçişiyle Türkiye'nin geçişi, Türkiye'nin geçişiyle Çin'in geçişi
aynı olmuyor. Hepsi köylülükten çıkıp sanayileşmeye gidiyor, ama mahalli olarak
nelerin olup olmadığı çok kendine has. Bu anlamda Türkiye'de bilip öğrenmemiz
gereken çok şey var (Aytaç, 2007). http://bianet.org/biamag/bilim/102831-modernlesme-sureci-tehdit-altinda
Ancak, Kıray, o geçişlerin kendine has olduğunu ama
varılacak yerin her yerde rasyonel, laik, anonim, uzmanlaşmış, sanayileşmiş,
kentleşmiş ve kentlileşmiş aynı toplum olacağını düşünüyor. Fakat varılacak
yerin de farklı olması hem önceki
dönemlerde hem de içine girdiğimiz yeni dönemde söz konusu olmaktadır. Nitekim,
1950’lerden 1990’ların ortasına kadar geçerli olan iç ve dış dinamikler
yaklaşımı geride bırakıldı ve 1990’ların
ikinci yarısı ve 2000’lerde “küreselleşme”, “küresel karmaşıklık” ve
“akışlar” yaklaşımları yaygınlaştı
(Bartelson, 2000, Urry, 2003). Bartelson küreselleşme kavramını ontolojik
olarak parçanın bütünle olan ve içselin dışsalla olan ilişkisinin dönüşümü
olarak ele alıyor ve üç tür küreselleşme kavramının var olduğunu
savunuyor. Parçaların, birimlerin,
ulus-devletlerin, yerel kültürlerin
özerkliklerini koruyarak içten dışa doğru “uluslararasılaşma” olarak
gerçekleşen küreselleşmeye “transference” (devretme) türü küreselleşme diyor.
İkinci tür küreselleşme sistemin değişik boyutları ve sektörleri arasındaki çok
boyutlu bir etkileşim sonucu ve dıştan içe doğru gerçekleşen bir “dönüşüm”
olarak küreselleşmedir. İkinci tür küreleşme birinci türün devamı ve daha ileri
bir hali olarak ele alınmak durumundadır. Üçüncü tür küreselleşme ise ekonomik,
sosyal, kültürel, siyasal gibi farklı boyutlar ve bölmelenmiş sektörler
ontolojisinin ötesine geçip boyutların, sektörlerin, iç ve dış dinamiklerin
çözülüp dağıldığı yeni bir ontoloji çerçevesinde ele alınabilecek bir
küreselleşme, “aşkınlık” olarak
küreselleşmedir (Bartelson, 2000:184-186).
Küreselleşmenin “küresel karmaşıklık”, “akışlar” ve “imparatorluk”
olarak kavramlaştırması bu üçüncü yaklaşım içinde yer alıyor (Hardt ve Negri,
2001; Urry, 2003). Bu konuyu birkaç
yazıda ele almaya çalıştım (Akşit, 2004b ve 2007). Dış dinamiklerin tamamen
ortadan kalktığı ve her şeyin “iç dinamik” olduğu durumu da tartışmaya sokmamız
gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki bu tür bir küreselleşme dünyadaki
bütün toplumları içine almamaktadır. Hatta diyebiliriz ki dünyanın belki de
üçte ikisinden fazlası küresel dönüşüm, aşkınlık akışkanlık dinamiklerinden
dışlanmış durumdadır (Castells, 1996) .
Toplumsal Oluşumun Düzeyleri,
Belirleyicilik, Göreli Özerklik
Sosyal bilimlerde çok stratejik bir konumda olan bir kavram kümesi
toplumsal oluşumun düzeyleri ve bu düzeyler arasındaki belirleyicilik veya
özerklikle ilgili bir kavram kümesidir. Bir toplumda veya toplumsal oluşumda
ekonomik-teknolojik düzeyin belirleyici olduğu tezi Markçı yaklaşımların temel
tezlerinden birisidir. Bir toplumda hiyerarşik olarak dizilmiş düzeylerin veya yapıların
bulunduğu tezi ise Parsonscu yapısal-işlevsecilik dahil bir çok yaklaşımın
temel tezlerindendir. Bu kavramlara kendiliğinden değişme ve müdahaleli/planlı
değişme ve “iç dinamikler-dış
dinamikler” kavram çiftlerini eklersek toplumsal yapılaşma ve değişme için
temel bir çerçeve oluşturmuş oluruz.
Mübeccel Hoca’nın bu kavramları nasıl birleştirdiğini gösterecek bir
anekdot aktaracağım. 12 Mart 1971
darbesinden sonraki hükümetlerin ekonomik politikalarını konuşup tartıştığımız
1970’lerdeki bir ortamda hiç unutmadığım bir cümlesini hatırlıyorum: “Ekonomik
ve siyasal krizler sırasında hangi faktörlerin daha belirleyici olduğu ortaya
çıkar”. Bu cümlenin hemen arkasından da şu cümleyi söylemişti veya karşılıklı
olarak bu şu cümlenin geleceğini biliyorduk: “Ekonomik ve siyasal krizler
sırasında ekonomik faktörlerin daha belirleyici olduğu ortaya çıkar”. Bu tezin Mübeccel Kıray’ın yazdığı metinlerin
çoğuna içkin olarak bulunduğunu düşünüyorum. Hemen şunu belirtmek gerekir
ki 1960’larda ve 1970’lerin başında ben
kendi adıma bu cümlelere çok kuvvetli olarak katılıyordum. Ancak o zamanlar da
biliyorduk ki siyasal müdahaleler yoluyla da toplumsal değişme
gerçekleştirilebilir. Nitekim şu yukarda sıraladığımı kavramlar arasındaki şu
iki kavram çifti bu durumu açık olarak ortaya koymaktadır: “kendiliğinden
toplumsal değişme” ve “planlı veya
müdahaleli toplumsal değişme”; “iç dinamiklerle değişme” ve “dış dinamiklerle
değişme”. Bu kavramlar Kıray’ın sosyolojik araştırma programının çekirdeğine mi
aittir yoksa “heuristik” kavramlar mıdır?
Bu soruya cevap vermeden önce benim 1970’lerin sonunda
yazdığım ve 1980’de Toplum ve Bilim
dergisinde yayınlanan "Toplumsal Değişme Kuramları ve Azgelişmişlik:
Epistemolojik ve Kuramsal Bir İnceleme" makalesinde açımladığım birbirinden
farklı ve birbirine almaşık üç Marxçı yaklaşımdan söz etmem gerekiyor. Bu üç
yaklaşımı şöyle formüle etmiştim: 1. “Maddeci ve ekonomici yaklaşım”, 2.
“Tarihçi ve diyalektik yaklaşım” ve 3. “Yapıcı ve kuramcı yaklaşım” (Akşit,
1980; Akşit 1985: 218-232). Ben bu farklılaştırmaya Althuser’ci yaklaşım
çerçevesinde yazılmış olan kitapları 1970’lerin ikinci yarısında okuyarak
ulaştım. Althuser’ci yaklaşım temel olarak Marxçılığı yapısalcı mantık içinde yeniden yorumluyor ve
daha önceki “ekonomici” ve “tarihselci ve siyasal özneci” yorumlara şu önerme
ile karşı çıkıyordu: “Ekonomik düzey son kertede belirleyicidir, ancak siyasal
ve ideolojik düzeyler toplumlardaki görece özerklikleri bağlamında hakim bir
duruma gelebilirler”.
1980’lerin ikinci yarısında ve 1990’ların başında ise
“post-yapısalcı” okumalar ile belirlemeci olmayan, ilişkiselliği öne çıkaran
önermeleri kurabilir duruma geldik. Bir başka deyişle ekonomik yapı ve
eylemler, toplumsal yapı ve eylemler,
siyasal yapı ve eylemler ve ideolojik özneler ve kimlikler arasında bu cümleyi
takip eden türden ilişkilerin kurulması mümkün hale geldi. Toplumsal, ekonomik, siyasal ve ideolojik
yapı ve eylemler birbirleri ile ilişkisellik bağlamında ve “contingent”
(zorunlu ve belirleyici ilişkiler olmadan, olasılıklı ve tarihsel bir süreç
ve olumsallık içinde) ilişkisellik
bağlamında oluşurlar. Ekonomik ve siyasal yapıların krizler ve tehditler ile
karşı karşıya kalması ne kadar çoğalırsa bireysel ve kolektif özne ve kimliklerin
oluşması ve etkinleşmesi o kadar mümkün hale gelir. Bu cümleleri Foucault,
Laclau, ve Mouffe gibi post-yapısalcı ve post-Marxçı teorisyen ve
araştırmacıları okuduktan sonra kurar hale geldim. Öte yandan, Bourdieu,
Habermas ve Giddens gibi yapı ve sistemler ile eylem ve özneleri birbirleri ile
ilişkisellik içinde ele alan ancak olumsallık veya “contingency” düzeyini çok
yüksek tutmayan teorisyen ve araştırmacılar da bana önemli açılımlar sundu.
Belki de son yıllarda etkili olmaya başlayan “karmaşıklık araştırmaları” ve
“kültürel araştırmalar” yaklaşımlarının birleştirilmesi, yaşamakta olduğumuz küresel, ulusal ve yerel
birleşmeleri, yapılanmaları ve akışkanlıkları daha iyi anlamamızı
sağlayacaktır. Ben bunu İlhan Tekeli
İçin Armağan Yazılar’da çıkan
yazımda geliştirmeye çalıştım (Akşit, 2004). Bu yaklaşımda önemli olan
Tekeli’nin vurguladığı anlamda bir “iç tarihi olan bilimsel gelenek”in (Tekeli,
2004) veya benim bu yazıda vurguladığım “bilimsel araştırma programı”nın
gelişmesi ve “glocal” durumları, yani
küyerel ve küreyel süreç ve durumları
tarihsel, kültürel, yapısal, sistemsel ve eylemsel açılardan
inceleyebilmesidir (Akşit, 2004a ve 2004b).
Bu yeni yaklaşımda vurgu toplumsal yapı ve sistemlerin genişleyerek
yeniden üretilmesini sağlayan “olumsuz geri bildirim süreçleri” (Stincombe, 1968)
olduğu kadar, onların dağılması, yok olması, veya dönüşerek yeni bir sistem ya
da yapı haline gelmesine yol açan “olumlu geri bildirim süreç ve mekanizmaları”
olmaktadır (Urry, 2003; De Landa, 2006).
Ekonomik ve teknolojik faktörlerin belirleyici olduğundan
vazgeçmek çekirdek teoriyi bırakmak anlamına gelebilir. Yukarda özetlediğim
kuramsal değişmeler, Lakatos’un önerdiği anlamda problem sıçramaları ve model
değiştirmeler midir? Yoksa bir teorinin bırakılıp bir başka teoriye geçilmesi
midir? Bir teoriyi bırakıp başka bir teoriye geçmek ile bir teoriyi belirli bir
araştırma programı içinde değiştirip dönüştürmek ne kadar birbirinden
farklıdır. Bunlar önemli sorular ve cevaplanması bu yazının sınırlarını
aşmaktadır.
Bu alt bölümde yapacağım vurgulardan birisi, bu
yeni ulaşılan ontolojik, epistemolojik ve kuramsal durumda makro ve mikro
arasında ve fail ile yapı arasında gidip gelmeler, daha mümkün hale gelmiştir.
İkinci vurgu ise böyle bir yaklaşım çerçevesinde çoklu modernlikleri
kavramlaştırmak ve bu konuda araştırma yapmanın yolu daha açık hale gelmiştir.
Köylerde Değişme, Kapitalist Çiftlik,
Küçük Meta Üreticiliği, Kırsal Dönüşüm Yolları
Mübeccel Kıray ve Jan Hinderink’in
birlikte 1964-1965’te Çukurova köylerinde yaptığı araştırmanın
analizlerinin yapılıp, bulgularının yazılması ve Social Stratification as an Obstacle to Development başlıklı bir
kitap olarak yayınlanması 1970 yılında gerçekleşebilmiştir. Ancak daha önce de
belirttiğim gibi bu araştırma sürecinde geliştirilen kavramsal çerçeve 1964-1965
ders yılında Köy sosyolojisi dersinde Kıray tarafından bize sunulmuştu; ayrıca
1966 yılında bir sempozyumda sunulan tebliğ de elimize geçmişti (Kıray,1966).
Ben, Kıray’ın bize anlattığı ve daha sonra da okuduğumuz bu araştırma ve
kavramsal çerçeveyi başka bir yerde yazıp ortaya koymaya çalıştım. En son
yazdığım metinden (Akşit, 2006) şöyle özetleyebilirim: Yeni bir pamuk türünün
Çukurova’da meta olarak üretilmeye başlaması ve bunun karasaban ve pulluktan traktörle üretime geçmiş kapitalist
çiftliklerde yapılmaya başlaması en temel dönüşüm süreçlerinden birisidir. Bu
süreç içinde ortakçıların bir kısmının kente göçmesi ve köyde kalanların da
-ücretli-işçileşmesi ve bu yolla daha önce geçerli olan ortakçılığın tasfiye edilmesi temel dönüşümü
tamamlayan öğelerdir. Kapitalistleşen köyde yeni ortaya çıkan toplumsal tipler
ise; kapitalist ağa, ücretli işçiler,
diğer küçük üretici çiftçiler, işgücü örgütleyicisi veya elçi ve yeni bir
muhtar olmuştur (Kıray, 1966 ve 1968; Kıray ve Hinderink, 1970). Toprak
dağılımındaki ve toplumsal siyasal ilişkilerdeki farklılaşmaların en ileri
kutuplaşma düzeyine ulaşması Adana kentine yakın olan ve Devlet Su İşleri
kanallarınca sulanan, ve tek meta olarak pamuk üretilen Yunusoğlu ve Sakız
köyleri için geçerlidir. Ancak,
Adana’dan daha uzakta olan buğday ve susamın iç tüketim ve pazar için
üretildiği Karacaören köyünde toprak kutuplaşması ve toplumsal farklılaşma çok
ileri düzeylere ulaşmamış olup “geçiş” halindedir. Kentten ve pazarlardan en
uzakta bulunan Oruçlu köyünde ise geçimlik
üretim devam etmektedir. Karacaören ve Oruçlu köylerinde geçimlik üretim yapan
köylülerin, küçük meta üreticisi çiftçilerin ve durumları gittikçe kötüleşen
ortakçıların var olmaya devam etmesi, bu köylerin kente, ulusal pazarlara ve meta
üretimine tam olarak bütünleşmemeleri, ve
dolayısıyla geçiş durumunda olmaları olarak ele alınmıştır (Kıray ve Hinderink,
1970).
Çukurova için 1960’ların başında geliştirilen kapitalistleşme süreçleri
modelinin pamuk üreten bir başka yerde daha sınanması çok yararlı olacaktı.
Pamuk üretimi yapılan Antalya’nın Serik-Manavgat ovasındaki köyler, böyle bir
araştırma için uygun alanlar olarak görülüyordu. Modelin doğrudan doğruya
sınanması için gerekli olan araştırmaları 1964-1965 ders yılının ikinci yarısında
Köy Sosyolojisi dersi için Ankara’da yaptığımız araştırmanın devamını
Antalya’da gerçekleştirme olanağı 1966 yazında orman mühendisi olarak
Antalya’da görev yapmakta olan ağabeyimi ziyaretim sırasında ortaya çıktı.
Kıray-Hinderink modelinde olduğu gibi başlangıç yapıları farklı olan yani
birisi büyük topraklı diğeri küçük topraklı olan iki köy araştırma için
seçilmişti. Köylerden birisi olan Gündoğdu bir “yörük aşireti”nin
yerleştirilmesinden oluşmuş büyük topraklı çiftliğin hakim olduğu bir köydü. Eski
“aşiret reisi”, köylülerin söylediklerine göre, bazı siyasal ve hukuki
manevralarla makilikten açılan toprakların 5000 dönümüne 1940’lar ve 1950’lerde
el koymuştur. 1966’da bu sulanır topraklarda 10
kadar traktör ve bu traktörlerde ücretli işçi olarak çalışan sürücülerle pamuk
üretimi yapılmaktadır. 1950-1960 yılları arasındaki toplumsal kalkınma ve
gelişme süreçlerinin sonucunda bir kapitalist çiftlik ortaya çıkmıştır. Fakat,
Adana’daki Yunusoğlu köyünden farklı olarak köylüler, tasfiye edilmemiş,
sulanmayan topraklarla ve geleneksel araçlarla hububat üreten ortakçı köylülere
dönüşmüşlerdir. Kente göç yok denecek kadar azdır. Muhtar, ağa-kapitalistin bir
akrabasıdır. Örgütlü bir köylü direnişi yoktur, fakat toplumsal kalkınmadan pek
fazla yararlanamamış köylülerin şikayetleri ve yakınmaları vardır. Toprakların kendilerine ait olduğu,
1950’lerde köye gelen ve çok kısıtlı toprak dağıtımı yapan “toprak dağıtım
komisyonu”nun köye gelmesi gerektiği yolunda şikayet ve talepler vardır. Daha
önce Adana köylerinde gerçekleştiği yukarda belirtilen kapitalist dönüşüm
gerçekleşmiş görünmektedir. 1966’daki araştırma verileri köylülerin
yakınmalarına rağmen kapitalist çiftliğin yerleştiğini ve sürüp gideceğini
göstermektedir (Akşit, 1967; 2006).
Ancak, 13 yıl aradan sonra 1979 yılında Antalya’nın Serik ilçesinin
Gündoğdu köyünde ikinci bir araştırma, bir “revisit”, gerçekleştirildiğinde
gözlenen durum şudur: Ortakçı-köylüler tasfiye edilmemiştir, tam tersine bir
dönüşüm geçirerek küçük meta üreticisi orta çiftçiliğe dönüşmüşlerdir. Ayrıca,
kapitalist çiftlik ağa kapitalistin oğulları ve kuzenleri arasında paylaşılmış
ve biner dönümlük kapitalist çiftliklere dönüşmüştür. 1966’da kapitalist
çiftliğin yerleşmişliği kesin bir olgu olarak görünürken 1979’da daha küçük
çiftliklere dönüşmüş, ortakçı-köylüler ise tasfiye edilip kentlere göç
edeceklerine küçük meta üreticilerine dönüşmüşlerdir. Kapitalist çiftlik,
ücretli işçiler ve tasfiye olunan köylüler olarak ortaya konabilen
kapitalistleşme süreci modeli kalıcı ve
yaygınlaşıcı bir süreç olarak gözlemlenmemiştir (Akşit, 1967, 1985 ve 2006).
Antalya’da 1966’da araştırma yaptığım ikinci köy olan Ilıca, küçük toprak
mülkiyetinden başlayarak farklılaşmış ve farklılaşması devam etmekte olan bir
köydür. Gündoğdu’da toprağa siyasal ve hukuki manevralarla el koyma yoluyla
ortaya çıkan büyük toprak sahipliği ve kapitalistleşme Ilıca’da köydeki
bakkalların ticaret sermayesi biriktirmesi ve bu birikimle traktör satın
almaları, meradan toprak açmaları sonra da bu toprakları kapitalist işletmeye
dönüştürmeleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Tarımda biriken sermaye tarımsal
üretime yatırılmakla kalmamıştır. Hanedeki kardeşlerin bazıları kamyon satın
alarak “kamyoncu girişimciler” olarak uzak mesafe taşımacılığına girmişlerdir.
Zengin köylüden fakir köylüye doğru gelişen dönüşüm, köylülüğün, kapitalist
çiftçi, kamyoncu girişimci, küçük çiftçi, ortakçı köylü, traktör sürücüsü,
kalifiye ücretli işçi ve mevsimlik işçi olarak farklılaşmasına yol açmıştı. Bu
farklılaşma toprağın az elde toplanması, toprak kutuplaşması ve kapitalist
çiftliklerin ortaya çıkması yoluyla sürecek ve sınıfsal kristalleşme ortaya
çıkacak mıdır? 1966’daki gözlemlerden yola çıkarak yapılacak kestirme,
toplumsal kalkınmanın kapitalist çerçevede oluşumunu sürdürmesi halinde toplumsal-sınıfsal
farklılaşmaların süreceği yönündedir. Ancak, 1979’da gerçekleştirdiğimiz ikinci
araştırma sırasında bu sürecin devam etmediğini ve daha önce 500-600 dönümlük
toprakları olan orta-büyüklükteki kapitalist çiftliklerin parçalanarak küçük
meta üreticilerine dönüştüklerini gördük (Akşit, 1985:74-86; Akşit,
1993:196-197). Burada Stirling’in (1965) “hayat döngüsü” süreçlerinin devreye
girdiği anlaşılmaktadır. Hayat döngüsü toprağın bol olduğu köylerde hanedeki
erkek çocukların büyümesi ile birlikte yeni topraklar hane toprağına katılmakta
ve ekilen toprak miktarı büyümekte ve hane zenginleşmekte ve hane reisi köyün
ileri gelen “ağa”ları arasına katılmaktadır. Fakat, bu durum fazla sürmemekte
babanın ölümü ile oğullar çekirdek aile olarak baba ocağından ayrılmakta ve
toprak bölünmektedir. İşlenebilecek toprakların sonun gelinmesi ve sanayileşme
hızının yavaşlığı dolayısıyla şehre göçün yavaşlaması, toprak kutuplaşmasını
durdurmakta, var olan kapitalist çiftliklerin parçalanmasına yol açmakta ve
küçük meta üreticiliğinin yaygınlaşmasını sağlamaktadır (Stirling, 1965; Akşit,
1993:196-197; Akşit, 2006: 126-127).
Toplumsal olayları anlayabilmek için makro düzeydeki kapitalizmin
genişleme, yaygınlaşma, toprak kutuplaşması mantığını çözümlemek yetmiyor.
Ayrıca, mikro düzeye kadar inip toplumsal etkileşimin gerçekleştiği aile
kurumunun birleşme ve ayrılma dinamiklerini de bilmek gerekiyor. Bu bağlamda
kaynana-gelin sürtüşmesinin önemli bir yeri vardır. Baba-oğul arasındaki
gerilimlerin çözülmesinde annenin oynadığı rolü vurgular Mübeccel Kıray. Ancak
bunların tampon kurumlar olduğunu ve geçiş dönemine özgü olduğunu da vurgular.
Yalavo’daki Taşköprü araştırmasında
makro ve mikro faktörleri, kişilerin biyografik profillerini ve toplumsal
cinsiyet ilişkilerindeki dönüşümü çok ustaca çözümler (Kıray, 1998: 88-146).
Taşköprü köyünün Yalova şehrinin ve metropoliten İstanbul’un parçası haline gelmesi süreci; dış dinamiğin iç dinamiğe dönüşme süreci olarak da
ele alınabilir.
İki Ereğli Araştırması ve İki Çorum
Araştırması
Mübeccel Kıray’ın sosyolojik araştırma programının
oluşmasında Ereğli Araştırması bir başlangıç noktasıdır. Devlet Planlama Teşkilatı, Demir-Çelik
Fabrikası kurulmadan önce yani 1960’ların başında Ereğli’de bir sosyolojik araştırma yapılmasını istiyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi bu araştırmanın yirmi yıl sonra ikincisinin veya
revizitinin yapılması ve değişmenin ne yönde gittiği ve dinamikleri
araştırılacaktır. Birinci Ereğli araştırması için 1962 yılı temmuz ayında
anketler uygulanır ve 1962-1963 yıları boyunca analizler yapılıp kitap yazılır
ve 1964 yılında DPT yayını olarak çıkar: Ereğli:Ağır sanayi öncesinde bir sahil
kasabası.
Ereğli
kitabının yirmi sayfalık giriş bölümü Mübeccel Kıray’ın kuramsal çerçevesini
çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktaydı (Kıray, 1964). Yukarda kısaca
değinilen bu yaklaşımı burada biraz daha
ayrıntılı olarak ele almak gerekiyor.
İçinde yaşadığımız bu toplum geçiş sürecinde de bir bütün oluşturuyor.
Bu bütünün bazı parçaları sanayi toplumunda olmayacak olan parçalar olabilir.
Bunlar bir önceki toplumdan bazı yorumlamalardır. Bu yeniden yorumlama
sonucunda ortaya çıkmış olan ara formlar
modern kurumlar ile geleneksel kurumların birbirleriyle çatışmadan
yaşamaları için gereklidir. Bu ara formlar tampon kurumlarıdır (Kıray, 1964).
Kıray, işlevsel bir bütün oluşturan toplumun temel
öğelerini şu şekilde ortaya koyar. Bir arada yaşayan ve karşılıklı etkileşim
içinde olan bir insan toplumu ile başlamak gerekiyor. Bu toplumun bir
öğesi ekolojik bir alan ve ona uyum
yaparak yapılaşmış olan belirli sayıda
bir nüfus. Bu toplum doğa ile belirli ilişkiler içinde belirli
teknolojileri kullanarak ekonomik, siyasal kurumlar oluşturuyor. Bu kurumlar
ile uyumlu normları ve değerleri yani kültürü oluşturuyor. Böyle bir toplum,
modern ve anonim kurumların olduğu, devletin modern ve akılcı-laik ulus-devlet
olduğu bir toplum. Bu toplum sanayi üretiminin ve değerlerinin oluştuğu bir
topluma doğru dönüşüyor. Bu topluma
doğru giderken köylüler kasabaya indiklerinde tüccarla, tüccar-köylü ilişkisi
gelişiyor. Çünkü köylülere doğrudan doğruya “Buyurun köylü arkadaşlar, işte şu
kuruluşlar sizin şu isteklerinizi yerine getirecek” denmiyor. Köylü bankaya
tüccarla gidecek, hastaneye yine onun desteğiyle gidecek. Kıray’ın dediği
anonim, akılcı, modern yasal ilişkiler gelişinceye kadar bu tür tampon
mekanizmalar, tampon kurumlar oluşacaktır. Kafasında böyle bir toplumsal
değişme süreci var. Sanayileşme, sanayi toplumuna doğru gidiş. Ama oraya
giderken de tampon formlar, ara formlar oluşuyor. Kıray işte bu şemayı şehre
uyguluyor. Gecekondular ara formdur, giderek bunlar dönüşecek ve modern şehrin
yapısı rasyonelleşecek ve şehir ona göre yeniden oluşacak.
1982 yılında ikinci Ereğli
araştırması veya revizit, Kıray ve arkadaşları tarafından yapılıyor. Anketler
uygulanıyor ancak ikinci Ereğli kitabı, “20 yıl Sonra Ereğli” veya “Geçiş
Halinde Ereğli” veya “Sanayi Kenti Ereğli” yazılmıyor. Mübeccel Kıray’a bu
kitabı niçin yazmadığını sağken sorma imkanım olmadı. Hayatımda hiç Arkaya Bakmadım
uzun söyleşisinde bu konu gündeme geliyor. Mübeccel Hoca ikinci
araştırmadaki iki başlılığın,
araştırmanın istediği gibi gitmemesinin ve aile konusunun Ferhunde Özbay
tarafından yazılacak olmasının ikinci Ereğli araştırmasını yazamamasına sebep
olduğunu düşünüyor. Yazmamasının nedenleri konusunda Ünal Nalbantoğlu ve Sezgin
Tüzün ile tartıştık ama bir sonuca varamadık. Ben kendi adıma şöyle
düşünüyorum: İkinci Ereğli araştırmasında
tampon kurumların ve ara formların silinmek yerine daha da çeşitlenip
karmaşıklaştığının gözlemlendiğini düşünüyorum. Ereğli şehrinin büyük bir
sanayi şehri olmasıyla birlikte sendikalaşma çok ilerlemiş durumdadır. Ancak
daha önce olmayan veya yaygın olmayan tarikatlar ve siyasal İslamcılığa
yönelmiş partiler ve sivil toplum kuruluşları da en az sendikalar kadar hatta
daha fazla gelişmiş durumdadır. Siyasal İslam’ın patronaj ilişkileri içinde
gelişmesi ve rasyonel sanayi toplumunun bir parçası olması Kıray’ın beklemediği
bir şeydir[2]. Daha
önce sözünü ettiğim ODTÜ Mezunlar Derneği Baraka Dergisindeki söyleşide
İslamiyet’in köylü toplumunun bir dünya görüşü ve ideolojisi olduğunu sanayi
toplumunda dinin özel alana çekilmiş olması gerektiğini vurguluyor. Ancak
1989’da Sovyetler Birliğinin dağılmasına kadar dinin “yeşil kuşak” stratejisi
bağlamında dış dinamiklerle Türkiye’de güçlendirildiğini ve “Siyasal İslam”ın
gelişmesine katkıda bulunulduğunu belirtiyor. Yalnız hala niçin gelişmeye ve
1992’den başlayarak bu temelde kurulan partilerin oy oranlarını artırdığını
anlamakta ve kabul etmekte güçlük çekiyor.
Mübeccel Kıray’ın ikinci Ereğli araştırması sırasında
yaşadığı “bastırılmışın geri dönüşü”[3],
görülmek istenmeyenin görülmesi olayını ben Çorum araştırması bağlamında
yaşadım. 1968 yılında Kırıkkale ve Keskin’de yaptığımız araştırmadan sonra benzer ve
daha geliştirilmiş bir araştırmayı doktora tez araştırmam olarak
1973-1974 yıllarında Çorum’da yaptım. Araştırmanın verilerini bilgi sosyolojisi
bağlamında ve iki bağımlı değişkeni
açıklamak üzere analiz ettim. Açıklamak istediğim iki bağımlı değişkenden
birincisi kadının toplum içindeki yerine karşı tutum idi. Diğeri ise eski
ve yeni sınıfsal yapı ve tabakalaşma
imajlarının benimsenme derecesi idi.
Kadının toplum içindeki yerini Likert tipi önermelerle ölçmeye çalışmıştım. Kadının
yerinin evi olduğu, yalnız seyahat etmemesi ve çalışmaması gerektiğini söyleyen
muhafazakar ve geleneksel görüş ve tutumlar bir uçta, kadının eğitilmesi,
meslek sahibi olması ve bağımsız olmasını savunan liberal ve modern görüşler
öbür uçta yer alıyordu. Modernite kuramı perspektifinden tahmin edilebileceği
gibi eğitim düzeyi yüksek olanlar, beyaz yakalılar, kitle iletişim araçlarına
daha çok ilişki içinde olanlar, gençler ve kadınlar,
kadına karşı daha modern ve liberal tutum içindeydiler. Tersine eğitim düzeyi
düşük olanlar, esnaf ve zanaatkarlar, kitle iletişim araçları ile daha az
ilişkisi olanlar, yaşlılar ve erkekler kadına karşı daha muhafazakar ve
geleneksel tutum içindeydiler. Analizleri yapıp yazdığım 1974-1975 yıllarında
açıklamakta ve yorumlamakta zorlandığım iki bulgu daha vardı. Oturduğu evin
kira değeri yüksek olanlar ve şehirde daha kısa kalmış olanlar kadına karşı
daha modern ve liberalken kira değeri daha düşük evlerde oturanlar ve şehirde
daha uzun süre yaşamış olanlar kadının toplum içindeki yerine karşı daha
muhafazakar ve geleneksel idiler. Kentte doğanlar ve daha çok kentlileşmiş
olması beklenenler daha geleneksel, kente sonradan gelen ve daha az
kentlileşmiş olması beklenenler ise daha
modern idiler. Daha da ilginci, kısmi korelasyon ve regresyon gibi istatistiki
analizlerle kontrol edildikten sonra bile oturulan evin kira değeri ile olan
ilişki azalmıyordu.
Bilmece veya “puzzle” 1980 Temmuz’unda Çorum’da meydana
gelen yirmi civarında kişinin öldürüldüğü
Alevi-Sünni ve Sol-Sağ çatışmasında sonra yaptığım ikinci Çorum
araştırmasında çözüldü. Bilindiği gibi araştırma sırasında ve yakın zamanlara
kadar anketlerde din ve mezhep sorusu sorulmazdı. Ben de sormamıştım. Ancak,
çatışmadan sonra şehrin Alevi-Sünni haritası gazetelerde mahalle ölçeğinde yayınlandı.
Ben de bu yeni bilgileri bilgisayarda var olan önceki veri setime yeni bir
değişken olarak ekledim ve regresyon analizlerini yeniden yaptım ve şunu
gördüm: Evin kira değeri ile olan korelasyon birden düştü. Yani düşük kira
değeri olan evlerde oturanlar şehirde uzun süredir oturan ve şehrin “yerlileri” olan Sünnilerdi. Yüksek kiralı
evlerde oturanlar ise şehre köylerden ve Almanya’daki işlerinden yeni göç ederek betonarme evlerde oturan
Alevilerdi. Kadının toplum içindeki yerine karşı tutumun diğer belirleyicileri
yanında Alevilik ve Sünnilik önemli bir farklılık olarak ortaya çıkıyordu. Ben
bu analizleri yapıp Şerif Mardin ve Ayşe Öncü’nün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Türkiye’de
Kasaba Semineri’nde 1982 yılında sundum ve daha sonra da 1985 yılında
yayınladım (Akşit, 1985: 182-202). “Bastırılmış olanın dönüşü” muhtemelen 12
Eylül 1980 darbesine giden yolda planlı olarak gerçekleşti, ve sadece Çorum’da
değil Kahraman Maraş’ta, Malatya’da ve bir çok kasabada tekrar tekrar ortaya
çıktı. Ancak Türkiye’deki dini canlanışı ve Siyasal İslam’ın gelişmesini sadece
dış dinamiklere ve komplo teorilerine bağlamamak gerekiyor. Tam tersine,
küreselleşme ile birlikte ve Türkiye’deki modernleşmenin belli bir düzeye
gelmesiyle harekete geçen iç dinamiklerin sonucunda Siyasal İslam gelişti ve
yaygınlaştı. Din sosyolojisi ve laiklik konusu ayrı bir alt bölüm olarak bir
sonraki bölümde ele alınmıştır.
Dünyada ve Türkiye’de Dinsel Canlanış:
Eski ve Yeni Din Sosyolojileri
Daha önce de belirttiğim gibi Mübeccel Kıray dinin köylü
toplumlarının bir kurumu olduğunu ve sanayi toplumunda yeniden canlanmasının
geçici olması gerektiğini düşünüyor. Dış dinamiklerle ve Sovyetler Birliği’ne
karşı dinsel ilişkilere göre ve patronaj temelli örgütlenmiş STK ve partilerin
geliştirildiğini ve bu “tehdit” ortadan kalktığına göre bu kurumun da ortadan
kalkması gerektiğini düşünüyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından on üç yıl
sonra 2002’de dini referanslı bir partinin yüksek bir oy yüzdesiyle iktidara
gelmesi O’nun hiç beklemediği bir gelişme ve O’nu çok şaşırtıyor.
Kıray yaşamı boyunca hep iyimser olmuştur. Ancak,
yaşamının sonlarına doğru elinde olmadan kötümserleşmiştir. Özellikle ara form
olarak, bir patronajlık ara formu olarak kısa zamanda dönüşeceğini varsaydığı
siyasal İslam ve tarikatların, onların
partilerinin yüksek oy almaları ve bunun hemen geçmeyeceğinin daha da bariz bir şekilde ortaya çıkması onu
çok endişelendiriyordu.
Londra’da
Parsons’un verdiği protestolu bir konferanstan sonra birlikte yemek yedikleri Gellner ise kitabi
İslamiyet’in yaygınlaşmasının geçiçi olmadığını düşünüyor çünkü, geleneksel
olan ve reddedilen “Halk İslamiyet”ine karşı orta-öğretim ve yüksek öğretim
almış olanların giderek benimsediği
“Kitabi İslamiyet” çerçevesinin modern-sanayi toplumu için gerekli
homojenleşmeyi sağlaması söz konusudur.
Gellner’in siyasal İslam’ın
gelişmesi konusundaki tezi onun milliyetçilik konusundaki tezinin geliştirilmiş
bir biçimidir. Bilindiği gibi Gellner sanayi teknolojisinin bir toplumda
aksamadan işleyebilmesi için toplumun aynı dili ve aynı değerleri paylaşacak
şekilde homojenleşmesi gerekliliğini vurguluyor. Batı Avrupa’da ulus-devlet
milliyetçiliği icat ve inşa ederek,
başta eğitim kurumları olmak üzere bir çok kurum yoluyla
yaygınlaştırarak bu homojenleşmeyi sağlıyor. İslam ülkelerinde ise pre-modern
ve heterojen olan Halk İslamiyet’inin sanayileşme ve modernleşme ile
bağdaşmadığı hatta geri kalmışlığın nedeni olduğu görüşü yaygınlaşıyor.
Gellner’a göre Kuran’nın, diğer temel kaynakların ve bu yönde çıkarılmış olan
gazete ve dergilerin belirli düzeyde eğitilmiş olan elit ve orta sınıflar
tarafından okunmasına dayalı olan Kitabi İslamiyet, Halk İslamiyet’inin yerini
alıyor. Gellner, bu kitabi İslamiyet’in milliyetçiliğin gördüğü işlevi
göreceğini savunuyor. Modernleşmenin ilerlemiş olması, ilk öğretim, orta
öğretim ve yüksek öğretim okullaşama oranlarının yükselmesi püritan ve kitabi
İslamiyet’in yaygınlaşmasına yol açıyor (Gellner, 1981 ve 1992).
Gellner’in öğrencisi olan
Shankland, Tokat’ın Alevi ve Sünni köylerinde 1990’larda bir araştırma yapıyor.
Alevi köylerinde hiyerarşik ve baba’dan oğul’a geçen “Dedelik Kurumu” varlığını
sürdüremiyor, topluluk çözülüyor ve şehre göç
ediyor. Alevilik önce kültürel bir forma dönüşüyor. Ancak Sünni İslamiyet’in
yükselmesi ve güçlenmesi karşısında Alevilik de “Cem Evleri” bağlamında yeniden
canlanıyor ve yükselişe geçiyor. Sünni köylerden de göç oluyor, ancak Alevi köylere göre nüfus kaybı daha az
hatta nüfus artışı bile oluyor. Bu durumda Sünni köylerdeki Camilerin önemi
artıyor. Hatta o köylerdeki Camiler yenileniyor, yeni Camiler inşa
ediliyor, geleneksel imamların yerine
devlet memuru olan maaşlı İmam-Hatip okulu mezunu imamlar tayin ediliyor. Sünni
köylerin ekonomik gelişmesi Alevi köylerden çok daha belirgin (Shankland, 1993).
Öyle görünüyor ki Türkiye’de ulus-devlet’in bir kurumu olan Diyanet İşleri
Başkanlığının uygulamaları ve yönelimleri ile Sünni köylerin dinselliği
arasında Weberci anlamda bir “elective affinity” (seçmeli akrabalık) var, yani
bu iki yönelim birbirlerini destekliyor ve pekiştiriyorlar (Akşit, 2005).
Bu noktada özel alana çekilen
Avrupa’daki Protestan Hıristiyanlığın tersine Amerika’daki Protestan
Hıristiyanlığın ve Avrupa’daki Katolik Hıristiyanlığın devleti kontrol etmekten
son anda vazgeçtiğini ancak kamusal alanda kalma konusunda ısrar ettiği
gözlemini eklemek gerekiyor (Casonova, 1995). Öyle görünüyor ki siyasal İslam
da kamusal alanda görünmeye devam etmek konusunda ısrar edecek, ancak devleti
kontrol etmekten vazgeçip geçmediğini zaman gösterecek. Bu konuları daha ayrıntılı olarak başka bir
yazıda tartıştığım için burada bu konuya fazla yer ayırmayacağım (Akşit, 1991,
2005). Ancak, on dokuzuncu yüzyılda geliştirilen laikleşme kuramlarından
yirminci yüzyılın son çeyreğinde geliştirilmiş olan yeni din sosyolojisi
kuramlarına geçildiğini belirtmek
gerekiyor (Şentürk, 2004). TUBİTAK’tan alınan bir fonla desteklenen “Türkiye’de
Toplumsal Yapı ve Din” adlı bir araştırmayı Recep Şentürk ve beş kişilik bir
lisans üstü öğrenci ekibiyle yürütmekteyiz. Bu araştırmanın Türkiye’de
din-modernleşme ilişkisini daha iyi ortaya koyacağını ümit ediyorum.
Aile
Yapılarında Dönüşümler: Mübeccel Kıray, Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Partha Chatterjee
Mübeccel Kıray’ın makro
düzeydeki toplumsal bağlam faktörlerine yaptığı vurgunun ODTÜ Psikoloji
bölümünde çalışan sosyal psikologları da yakından etkilemiştir. Dünya çapında
iki sosyal psikolog olan Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Deniz Kandiyoti buna çok iyi
iki örnektir. Bu kitapta yer alan
yazısında Çiğdem Kağıtçıbaşı etkilenme konusuna açıklık getirmektedir
(Kağıtçıbaşı, 2010b).
Mübeccel Kıray’ın geleneksel
geniş aile ve modern çekirdek aile
kavramlaştırmasının ötesine geçen tampon bir kurum olarak geçici olan ve üçüncü bir tür olan farklı bir aile yapısı
kavramlaştırması gizil olarak vardır. Ancak, üçüncü tür ailenin uluslar arası
düzeyde kavramlaştırılması ve bir kuram haline getirilerek tanıtılması Çiğdem
Kağıtçıbaşı tarafından yapılmıştır (Kağıtçıbaşı, 1996, 2010a ve 2010b).
Türkiye’de geleneksel geniş
ailenin “özselci”[4]
bir şekilde dinin ve kültürün gerekli kıldığı “Türk-Müslüman ailesi” olarak
kavramlaştırması her ne kadar bazı muhafazakar çevrelerde benimsenmişse de
köylerde ve kentlerde yapılan sosyolojik ve antropolojik araştırmalara dayalı
olarak daha işlevselci bir geniş aile
kavramlaştırması geliştirilmiştir (Akşit, 2006). Nitekim Kağıtçıbaşı’nın
kavramlaştırmasına göre, birinci tip
aileyi, kırsal-tarımsal geçimlik ekonomisinin ve ataerkilliğin yaygın olduğu
toplumlarda kuşaklar arası bağımlılığın yoğun olması, kadının statüsünün düşük
olması, demografik geçişin başlarında olunduğu, doğurganlığın yüksek olduğu ve
bağımsızlık yerine itaatkarlığın vurgulandığı durumlarda işlevsel geniş aile
yapısı yaygın olmaktadır (Kağıtçıbaşı, 1996, s. 79; 2010a; 2010b). Kentleşme, sanayileşme ve modernleşme ile
birlikte demografik geçişin sonraki aşamalarına doğru gelişmeler olmakta,
doğurganlık düşmekte, kadının statüsü yükselmekte, okullaşma ve eğitim süresi
yükselmekte ve, çocukların bağımlılık yaşı yükselmekte ve kuşaklar arası ekonomik
bağımlılığın yerini duygusal bağlılık almakta, üretken olmaktan çok tüketici
olan çocuklar inisiyatif alabilen özerk benlikler olarak yetiştirilmektedir.
Eğer bu gelişme Batı’da olduğu gibi bireycilikle birlikte giderse “özerk-ayrık”
benliğin geliştiği çekirdek aileler yaygınlaşmakta, eğer Türkiye’de olduğu gibi
hem özerklik hem de ilişkisellik birlikte vurgulanır ve bir sentez
oluşturulabilirse “özerk-ilişkisel” benliğin yetiştirildiği /
sosyalleştirildiği üçüncü tür aile
yaygınlaşmaktadır (Kağıtçıbaşı, 1996, 2010a, 2010b). Bu kitaptaki bölümde de bu
kuramı özet olarak Çiğdem Hoca açıklıyor, benim yeniden uzun uzun anlatmama
gerek yok. Ancak, Çiğdem Hoca’nın da vurguladığı gibi “özerk-ilişkisel”
benliğin ortaya çıktığı üçüncü tip aile türü ikinci tipe doğru geçişle birlikte
yok olacak bir aile türü değil; tam tersine psiko-terapik açıdan daha sağlıklı
bir aile ve benlik türüdür.
Benim Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın
aile ve benlik kuramına katkılarını daha fazla uzatarak anlatmama gerek yoktur.
Ben Türkiye’deki bu tür tartışmalarda pek dikkate
alınmayan ve daha çok Hindistan’da ortaya çıkmış olan bir başka kurama,
“post-kolonyal” kurama kısaca değinip bu alt bölümü bitireceğim.
Doğrudan kolonyal devlet
yönetimi altında yaşamamış olan Türkiye’deki aile yapılarındaki dönüşümlerle
ilgili tartışmalar ile kolonyal devlet
yönetimi altında yaşamış olan Hindistan’daki tartışmalar bazı paralellikler ve
daha da çok farklılıklar ortaya koymaktadır. Her iki toplumda da geleneksel
geniş aile konusunda yoğun tartışmalar yapılmıştır. Türkiye’de geleneksel geniş
aileyle ilgili üç yaklaşım ortaya çıkmıştır. Birinci olarak modern toplumda
yaygın olması beklenen özselleştirilmiş çekirdek aile ile uyuşmadığı için geniş
aile geçici bir olgu olarak ele alınmış veya reddedilmiştir. İkinci olarak ve
birinciye tepki olarak, “milli ve
manevi” değerlerin devamlılığını sağlayan “Müslüman-Türk ailesi olarak”
yüceltilmiş ve özselleştirilmiştir. Üçüncü olarak Çiğdem
Kağıtçıbaşı’nın yaptığı gibi geniş aile ve çekirdek aile özselleştirilmeden,
işlevsel olarak ele alınmış üçüncü tür “özerk-ilişkisel benlik” yetiştiren bir
üçüncü tür aile yapısı ve pratikleri açsısından bu ailedeki değişmeler ele
alınmıştır.
Kolonyal devlet altında hiç yaşamamış olan Türkiye
toplumunun gelişme çizgisinin öbür ucunda, uzun süre kolonyal devlet altında
yaşamış Hindistan toplumu vardır. Bu toplumda geleneksel geniş aile ve modern
çekirdek aile karşıtlığı farklı şekilde ele alınmıştır. Bu ele alınışın genel
adı “post-kolonyal kuram” olup Partha Chatterjee bu kuramın kurucularından
birisidir. Ben kısaca onun yaklaşımını özetleyeceğim. Chatterjee (2002:22-28),
ekonomik, teknolojik, siyasal ve kamusal
kurumların oluşturduğu “maddi” “dış alan” ile ailenin, kimliğin, benliğin,
ve kişiliğin inşa edildiği ve yeniden üretildiği alan olan “manevi” ve özel “iç
alan”ı birbirinden ayırmakta ve bunların farklı modernleşme süreçleri ve
dinamikleri bağlamında dönüştüklerini
ortaya koymaktadır. Bu durumda dış alanda geleneksel ve modern ikilemi
geçerli olabilmektedir; ancak iç alanda geleneksel, modern Batılı ve modern
ulusal, modern yerel gibi yeni kategorileri geliştirilmek durumundadır. Nitekim
Hindistan gibi uzun bir kolonyal dönem yaşayan toplumlar için İngilizce,
Farsça, Sanskritçe, Urduca ve yerel diller sıralanması söz konusu
olabilmektedir. Aynı şekilde Batılı tiyatro, Sanskritçe tiyatro, ulusal tiyatro
ve yerel tiyatro farklılaşması ortaya çıkmıştır (Chatterjee, 2002:22-27).
Kolonyal devlet kolonyal farklılık kuralını
işletmek ve sömürgeci sınıfın farklılığını ve üstünlüğünü sürekli inşa etmek ve
korumak durumundaydı. Kolonyal farkı maddi ve kamusal alanda inşa etmek ve
sürdürmek durumundaydı (Chatterjee, 2002:28). Paradoksal bir şekilde
anti-kolonyal ulusal mücadeleyi yürütenler, ekonomik, siyasal, yasal, maddi, kamusal
dış alanda kolonyal farkın oluşturulmasına karşı mücadele ederken, iç ve özel
alanda ise bu farkın oluşturulması için mücadele veriyorlardı (Chatterjee,
2002:28-29). Batı dışı dünyadaki modernleşmeyi ve seçkin ile madun, bireyci ile
cemaatçi ve liberal ile muhafazakar farklarını ve ilişkilerini anlayabilmek için kolonyal
modernleşmenin hegemonyasını, milliyetçi modernleşmenin normalleştirici ve
bütünleştirici hegemonyasını ve onlara karşı parçalı direnişler ve karşı
koyuşları anlamak gerekmektedir. Batı evrenselciliği, “şarkiyatçı istisnacılık”
ile birlikte var olmuştur. Bunların
karşısına “milliyetçi istisnacılık” çıkmıştır. Yeni bir evrenselcilik
dilinin oluşturulabilmesi için bütün bu ayrımların farkına varıp
kavramlaştırılması gerekmektedir (Chatterjee, 2002:33-34). Osmanlı’daki ve
Türkiye’deki tartışmalarda Chatterjee’ninkine benzer bir vurgulama Deniz
Kandiyoti tarafından 1991 derleyiciliğini yaptığı Women,
Islam and the State adlı kitaba yazdığı bir yazıda yapılmıştır. “End of
Empire: Islam, women and nationalism in Turkey” (İmparatorluğun Sonu: Islam,
Kadın, ve Milliyetçilik) başlığını taşıyan bu yazıda Kandiyoti şu önemli
saptamayı yapmıştır: Türkiye’deki
muhafazakar-İslamcı kesimler dıştan
gelen ekonomik ve teknolojik değişmeleri ve modernleşmeyi kolayca kabul
etmekteler ancak toplumun “iç
çekirdeği”ni ve “özünü” oluşturduğunu düşündükleri kadın ve ailenin kesinlikle
dini inançlara göre oluşması ve korunmasında ısrar etmektedirler (Kandiyoti,
1991: 22-47). Türban tartışmalarının bu kadar uzun sürmesini ve siyasetteki fay
hatlarından birisini oluşturmasını bu saptama bağlamında düşünmekte yarar
vardır.
Hem Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın özerk-ilişkisel benliğin
sosyalleştiği üçüncü tür aile, hem de Chatterjee ve Kandiyoti’nin sözünü ettiği
“iç”in “dış”a, “mağdur”un “seçkin”e direnişleri ve bu bağlamda ortaya çıkan üçüncü
ve dördüncü tür kurumlaşmalar ve pratikler, Kıray’ın tampon veya ara
kurumlarını geçici olmaktan çıkarmakta ve bizi en genel düzeyde çoklu
modernleşme yolları ve çoklu modernlikler kuram(lar)ına götürmektedir.
Sonuç
1980’lerin sonundan itibaren genel bir sosyal değişme ve
modernleşme kuramının olamayacağı yönünde kuvvetli bir eğilim oluştu. Esasında
1960’ların ortasına doğru Gellner (1964)
düz-çizgisel evrimci kuramı eleştirirken şöyle bir eleştiri ortaya
koymuştu: Eğer evrim aşamaları arasındaki geçişlerin nedensel bağlantıları
ayrıntılı olarak açıklanabilmişse aşamalar dizisi gereksiz hale gelmiştir,
çünkü aşamalar geçiş açıklamalarıyla aşama olmaktan çıkmış geçiş sürecinin parçası
olmuşlarıdır. Eğer bir aşamadan öbür aşamaya geçişin mekanizmaları ve süreçleri
açıklanamıyorsa o zaman da aşamalar yetersiz ve eksiktir; açıklayıcı olabilmeleri pek mümkün değildir (Gellner,
1964, s. 15). 1960’larda ve 1970’lerde
yapısalcı ve işlevselci-yapısalcı genel ve makro düzeydeki modern toplum
kuramları yaygınlaşmış ve hakim hale gelmişti. Fakat bu kuramlar makro düzeyde
ve çok yapısal olarak inşa edildiler ve
karşıtlarının ortaya çıkmasına yol açtılar.
Yapısalcı makro kuramların karşıtları olarak ortaya çıkan alternatif
kuramlar, bireye, faile, toplumsal eyleme, gündelik hayata ve mikro düzeydeki
toplumsal ortam ve süreçlere odaklandılar.
1960-1985 arasındaki dönemde bir yandan etno-metodoloji,
sembolik etkileşimcilik, fenomenolojik sosyoloji gibi gündelik hayatın
sosyolojisi ve mikro sosyolojiye doğru
gelişmeler olurken bir yandan da orta-düzey sosyoloji alanında
modernleşme ve azgelişmişlik kuramları birbiriyle kıyasıya rekabet ediyordu.
Daha önce de belirttiğim gibi ben genel toplumsal değişme kuramlarını 1980’de Toplum
ve Bilim’de çıkan makalede ortaya koymaya çalıştım. Ancak 1985’e
gelindiğinde genel sosyal değişme kuramının mümkün olmadığını gördüğüm gibi
modernleşme ve azgelişmişlik kuramlarının da ötesine geçilmesi gerektiğini fark
ettim ve bu durumu ortaya koyan bir yazı yazdım ve bu yazıyı 1985’de yayınlanan
kitabın son bölümüne koydum (Akşit, 1985). 1985’ten bu yana ise dünya
toplumlarının hayatında ve kuramlarda devrim sayılabilecek olaylar ve
gelişmeler oldu: 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği krize girdi ve
dağıldı. Modern toplumlar onlardan beklenen eşitlik, özgürlük ve refah
taleplerini yerine getiremediler ve hatta ulaştıkları refah toplumu ve
devletinden geriye doğru gidip neo-liberal politikaları uygulamaya başladılar.
Modernitenin ötesine geçen gelişmeler oldu ve büyük anlatıları eleştiren post-modern felsefeler ve kuramlar
yaygınlaştı. Dünya sivil toplumu tam olarak ortaya çıkmadığı gibi daha önceki
bütünleşmeler parçalandı ve bir çok toplum, yerel topluluk ve sınıf küresel
kapitalist ağ toplumundan dışlandı ve daha öncekinden daha derin yoksulluğa
terk edildi.
Bütün bu gelişmelere oldukça eleştirel bir şekilde
direnen üç kuramcının kuramları günümüze kadar geldi ancak genel toplumsal
değişme iddiasından tavizler vermek durumunda kaldılar. Yakınlarda
kaybettiğimiz Bourdieu, genel bir toplumsal değişme kuramı inşa etmeye
girişmeden eleştirel ve refleksif bir sosyoloji geliştirmeye çalıştı. Bourdieu
post-modernizme karşı direndi ve neo-liberal ekonomik modellerin taviz vermeyen
eleştirmeni oldu. Giddens, erken medernite ve geç-modernite farklılaştırmasıyla
yeni bir kavramsal çerçeve geliştirerek post-modernizme karşı çıktı ancak
neo-liberalizm ve küresel dünyada yararlı olabilecek bazı kavramlar geliştirdi.
Post-geleneksel ve seküler bir modern toplum kuramı inşa etmeye çalışan Habermas ise post-modernizme en açık ve en
şiddetli karşı çıkanlardan birisi oldu. Ancak o da “post-seküler” toplum ve
müzakereci demokrasi yaklaşımlarını geliştirerek katı aydınlanmacı modernite
projesini çoğulcu bir şekilde yorumlamanın yolunu açtı. Geldiğimiz noktada her ne kadar post-modernizm
eleştirilse ve her ne kadar neo-liberalizme ve küresel kapitalizme direnilse de
yeni toplumsal oluşumların araştırılması, analiz edilmesi ve değiştirmek için
politikalar geliştirilmesi gerekiyor. Bunun için Foucault’nun sosyolojisinin
iyi bilinmesi gerekiyor, Castells’in ağ
toplumu analizi, Urry’nin küresel karmaşıklık analizi ve Negri ve Hardt’ın
imparatorluk analizi gibi yeni yaklaşım ve analizlerin iyi bilinmesi gerekiyor.
Bütün bunların ötesinde mikro-makro ilişkisi ile fail-yapı ilişkisini iyi kuran
kavramsal ve kuramsal yaklaşımların inşa
edilip geliştirilmesi gerekiyor. Bu yazının giriş bölümlerinde de ortaya
konmaya çalışıldığı gibi kuramsal
inşalar ve kavram geliştirmeler yoluyla dünyadaki ve her toplum içindeki
modernleşmeler, post-geleneksel yapılar, modernlikler, post-modernlikler,
sekülerlikler ve post-sekülerlikler araştırılıp çözümlenebilir. İşte bu yazı
Mübeccel Kıray’ın sosyolojik araştırma programından yola çıkarak hem biraz
yukarda sözünü ettiğim gelişmeleri
dikkate alan yaklaşımlar geliştirmenin önünü açmak hem de kuram ve yöntem
geliştirme ve alanda araştırma yapmanın birlikte gittiğini bir kez daha
göstermek ve yeni kuramlar, yöntemler ve alan araştırmalarının önünü açmak
üzere yazılmıştır. Mübeccel Kıray sonrası, Post-Kıray bir sosyolojinin veya
sosyolojilerin bu tür yönelimleri olduğunu ve olmaya devam edeceğini
düşünüyorum.
Bibliyografya
Akşit, B. (1967) Türkiye'de
Azgelişmiş Kapitalizm ve Köylere
Girişi Ankara: Şark Matbaası, ODTÜ Öğrenci Birliği Yayını.
Akşit, B. (1975) "Gelişme
mi Evrimleşemeyen-Karmaşıklık mı?" ODTÜ
Gelişme Dergisi, No. 7,
1975, ss.13-28.
Akşit, B. (1980) "Toplumsal
Değişme Kuramları ve Azgelişmişlik: Epistemolojik ve Kuramsal Bir İnceleme
" Toplum ve Bilim, No.
9-10, 1980, ss. 78-102.
Akşit, B. (1985) Köy
Kasaba ve Kentlerde Toplumsal Değişme Ankara: Turhan Kitabevi
yayını.
Akşit, B. (1986)
"Türkiye'de Sosyoloji Araştırmaları: Bölmelenmişlikten Farklılaşma ve
Çeşitlenmeye" S. Atauz (der.) Türkiye'de Sosyal
Bilimlerin Gelişmesi,
Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayını, ss. 195-232.
Akşit,B. (1991) "Islamic Education in Turkey :
Medrese Reform in Late Ottoman Times and Imam-
Hatip Schools "
in R. Tapper (Ed.) Islam in Modern Turkey :
Religion Politics and Literature in a Secular State .
London : I B Tauris and University of London .
Akşit, B.
(1993) ‘Studies in Rural Transformation in Turkey, 1950-1990’ Stirling P. (Der.)
(1993) Culture and Economy: Changes in
Turkish Villages, The Eothen Pres.
Akşit, B. (1997) “Sosyoloji” Cumhuriyet
Döneminde Türkiye’de Bilim: Sosyal Bilimler, Türkiye Bilimler Akademisi
(TÜBA) Yayınları, Ankara, 7-18.
Akşit, B. (2004a) “Relationships of Social Scientists With the
External World: Could A Typology Be Created” in Tekeli, I. and Teymur, N.
(eds.) The Evaluation of the Performance
in Social Sciences,
UNESCO Publication, s.19-31.
Akşit, B. (2004b) “Küresel-Yerel Karmaşıklık ve Etkileşimli
Sosyal Bilim Araştırmaları: İlhan Tekeli’nin Önerisi Üzerine Bazı Gözlemler”
İlkin, S., Silier, O. ve Güvenç, M. (Ed.) İlhan Tekeli İçin Armağan Yazılar,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, ss. 1-23.
Akşit, B. (2005) “Laikleşme
Tipolojisi ve Türkiye’de Laiklik Deneyimi” Şerif
Mardin’e Armağan, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 65-103.
Akşit, B. (2006)
”Köy, Kırsal Kalkınma ve Kırsal Hane Halkı/Aile Araştırmaları” Eraydın, A.
(Ed.) Değişen Mekan: Mekansal Süreçlere
İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış içinde, Ankara: Dost Yayınları, ss.123-163.
Akşit, B. (2007) “Küresel Akışkanlık ve Sivil
Toplum” Bilsel, C. (ed) 80. Yılında Cumhuriyet’in Türkiye Kültürü,
Mimarlar Odası ve SANART Görsel Kültür ve Estetik Derneği ortak yayını, Ankara.
Akşit, B. (2008) “1964-2007
Zaman-Mekanında Özne Güzergah(lar)ı:
Ünal Nalbantoğlu ve Sosyoloji ile 43 Yıl” Avar-Arslan, A., Sezer, D.,
ve Yıldırım, (der.) Ünal Nalbantoğlu’na Armağan,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Akşit, B. (2010) “Mübeccel
Kıray’ın Araştırma Programının Oluşması: 1963-1973 ODTÜ Döneminden Anılar ve
Eleştirel Bir Değerlendirme” Kovanlıkaya, C ve Çav, E. (der.) Türk Sosyolojisinde Üç Bilim İnsanı: Cahit
Tanyol – Mübeccel B. Kıray – Şerif Mardin içinde, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, ss. 55-72.
Akşit, B., H. Ü. Nalbantoğlu, S.
Tüzün (1982) "Geçiş Toplumunun Sosyoloğu: M. B. Kıray" Bilim ve Sanat , No. 15, 1982, ss.
14-16.
Akşit, E. E. (2005) Kızların
Sessizliği: Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Aktar, A. (2010) “Mübeccel
Kıray’ın İstanbul Yılları” Kovanlıkaya, C ve Çav, E. (der.) Türk Sosyolojisinde Üç Bilim İnsanı: Cahit
Tanyol – Mübeccel B. Kıray – Şerif Mardin içinde, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, ss. 73-88.
Aytaç, Ş. (2004) “Modernleşme
Tehdit Altında: Mübeccel Kıray ile Söyleşi”, ODTÜ Mezunlar Derneği, İstanbul
Şubesi Baraka Dergisi.
Azman, A. (2001)
“Tarihselciliğe” Karşı Ampirizm ve Mübeccel B. Kıray” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 4, Sayı 16, ss. 33-58.
Baran, P. (1957) The Political Economy of Growth,
New York: Monthly Review Press.
Castells, M. (1996, 1997, 1998) The
Information Age: Economy, Society and Culture, Cilt 1, 2, ve 3, Oxford : Blackwell.
Chatterjee, P (2002) Ulus ve Parçaları,
İletişim Yayınları.
De Landa, M. (2005) Çizgisel Olmayan Tarih: Bin Yılın Öyküsü,
İstanbul: MetisYayınları.
Feyerabend, P.
(1989) Yönteme Hayır: Bir Anarşist Bilgi
Kuramının Ana Hatları (Türkçesi: Ahmet İnam), İstanbul: Ara Yayınları.
Gellner, E. (1964) Thought
and Change, London: Wiedenfeld and Nicolson.
Gellner, E. (1981) Muslim Society, Cambridge University Press.
Gellner, E. (1992) Postmodernism, Reason and Religion, London : Roudledge.
Habermas, J. (2005) Religion and
the Public Sphere, Philosophia Africana, Vol. 8, No. 2: 99-109.
Hall, S., Held, D.
and McGrew, T. (1992) Modernities and its Futures,
Cambirdge: Polity Pres and Open University.
Hard, M. ve Negri,
A. (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı yayınları.
Kağıtcıbaşı, Ç. (1996) Family and Human Development
Across Cultures:
A View from Other Side. Mahwah, NJ.;
Lawrence Erlbaum Associates.
Kağıtçıbaşı, Ç. (2010). Benlik,
Aile ve İnsan Gelişimi. İstanbul:
Koç Üniversitesi-Yapı Kredi Yayınları, No.1.
Kağıtçıbaşı, Ç. (2010) “Akademik
Yaşama Kıray’la Başlamak ”
Bu kitapta bir bölüm.
Kandiyoti, D. (1991) “End of
Empire: Islam, women and nationalism in Turkey” in Kandiyoti, D. (Der.) (1991) Women, Islam and the State, London,
Macmillan, s. 22-47.
Keat, R. ve Urry, J. (1994) Bilim
Olarak Sosyal Teori (çeviren: N. Çelebi) Ankara: İmge Yayınevi.
Kıray, M. (1964) Ereğli: Ağır Sanayiden Önce bir Sahil
Kasabası, Ankara: DPT yayınları.
Kıray, M.
(1966) ‘Interdepencies Between Agro-Economic Development and Social Change: A
Comparative Study in Çukurova’, Abant (Bolu) Sempozyumu; bu bildiri
daha sonra Jan Hinderink ikinci yazar olarak şurada yayınlanmıştır: Journal of Development Studies, Vol.
4, No. 4, pp. 497-528.
Kıray, M. (1968) ‘Values, Social
Stratification and Development’, Journal of Social Isues, sayı 24
(2), s. 87-100.
Kıray, M. (1972) Örgütleşemeyen Kent: İzmir’de İş Hayatının Yapısı ve Yerleşme Düzeni,
Ankara: TSBD yayınları.
Kıray, M.
(1973) ‘Gecekondu: Az Gelişmiş Ülkelerde Hızla Toraktan Kopma ve Kentle
Bütünleşme’, SBF Dergisi, Cem Sar’a Armağan, sayı 27 (3), s. 561-573.
Kıray, M. (1989) Değişen
Toplum Yapısı, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Kıray, M. (2001)
Hayatımda Hiç Arakaya Bakmadım: Mübeccel
Kıray ile Söyleşi, (İstanbul: Bağlam Yayınları).
Kıray, M ve Hinderink, J. (1970)
Social Stratification as an Obstacle
to Development, NewYork: Praeger
publications.
Kuhn, T.(1982) Bilimsel
Devrimlerin Yapısı (Çev.: Nilüfer Kuyaş), İstanbul: Alan Yayıncılık.
Lakatos, I. ve Musgrave, A. (1992) (Der.), Bilginin
Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi (Türkçesi:
Hüsamettin Arslan), İstanbul: Paradigma yayınları, 1992
Nietzsche, F. (1963) Yunanlıların Trajik Çağında
Felsefe, (Türkçesi: Nusret Hızır), İstanbul: Elif Yayınları.
Schopenhauer, A. (1962) Essential
Schopenhauer, Allen and Unvin.
Shankland, D.
(1993) ‘Alevi and Sunni in Rural
Anatolia’, Stirling, P. (der.) Culture and Economy: Changes in Turkish
Villages, London: The Eothen Press, s. 46-64
Skocpol, T. (1979) States and Social Revolutions: A
Comparative Analysis of France ,
Russia and China , Cambirdge: Cambridge university Press.
Stinccombe, A.
(1968) Consructing Social Theories, New York: Harcourt, Brace and
World.
Stirling, P. (1965) Turkish
Village, London: Weidenfeld
and Nicholson.
Şentürk, R. (2004) Yeni Din Sosyolojileri.
İstanbul: Gelenek yayınları.
Tapper (1991) Islam
in Modern Turkey , London : I. B. Taurus and University of London .
Tekeli, İ. (2000)
“Değişmenin Sosyoloğu: Mübeccel Belik Kıray” Atacan, F., Ercan, F., Kurtuluş, H.
ve Türkay, M. (Derleyenler) Mübeccel
Kıray için Yazılar, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Tekeli, İ. (2004)
“Transformations in Institutionalization of Scientific Activities in the World
and Performace Evaluation in Social Sciences”
in Tekeli,
I. and Teymur, N. (eds.) The Evaluation of the Performance in
Social Sciences, UNESCO Publication, s. 1-18.
Therborn, G. (1995) European
Modernity and Beyond, London: Sage publicaitons.
Tomlinson, J. (2004)
Küreselleşme ve Kültür, İstanbul: Ayrıntı.
Trimberger, K. (1978) Revolution From Above: Military
Bureaucracy and Development in Japan ,
Turkey , Egypt and Peru ,
New Jersey :
Transaction Books.
Urry, J. (2003) Global
complexity, Cambridge: Polity Pres.
Wolf, E.
(1982) Europe and People Without History,
Berkeley: University of California
* Prof. Dr. Bahattin Akşit, Denizli’nin bir
köyünde 1945 yılında doğdu. Denizli Lisesini 1963 yılında bitirip Mühendislik
eğitimi görmek üzere sınavla ODTÜ’ye girdi. Hazırlık okulundaki bir yıllık
İngilizce öğrenimi sürecinde bölüm değiştirmeye karar vererek yeniden sınava
girip Sosyal Bilimler bölümüne geçti. 1964 – 1968 yılları arasında ODTÜ Sosyal
Bilimler Bölümü Sosyoloji Opsiyonunun öğrencisi olarak Mübeccel B. Kıray’ın
verdiği tüm sosyoloji derslerini almanın ötesinde, Kıray’ın araştırma
modellerini köy ve kasabalarda uygulayarak, daha sosyoloji üçüncü sınıf öğrencisiyken bir kitap yayınlama başarısını
gösterdi. 1968’de ODTÜ’den mezun olup ABD’ye giden Akşit, Chicago
Üniversitesinden 1971’de Master, 1975’de de doktorasını aldı. 1985’de doçent,
1991’de de profesör olan Bahattin Akşit 2007’de ODTÜ’den emekli olmuştur. Halen
Maltepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Akşit’in kendi başına
ve/veya meslektaşlarıyla ortaklaşa yapılmış çok sayıda araştırması, İngilizce
ve Türkçe yayınlanmış kitap ve
makaleleri bulunmaktadır. (S.T)
[1] Moore’un üçüncü geçiş yolu aydınların
önderliğinde örgütlenen işçi ve köylülerin başını çektikleri sosyalist
devrimler yoluyla modern dünyaya geçiştir (Moore, 1967:162-227). Moore açısından
esas anomali Hindistan’ın nasıl olup da anti-kolonya mücadeleden sonra liberal
parlamenter demokrasi ile yönetilmesidir (Moore, 1967: 314-409)
[2] Ayhan Aktar’ın “Mübeccel
Kıray’ın İstanbul Yılları” yazısını bu bölümü yazdıktan sonra okudum. “20 Yıl
Sonra Ereğli Araştırması”nda araştırmacı olarak çalışan Ayhan Aktar bu
araştırmayı ve bu araştırma sırasında ortaya çıkan beklenmedik sonuçları kendi
gözlemleri ve yaşadıklarına dayanarak çok iyi anlatıyor. Mesela şu cümlesi
önemli: “Mübeccel Kıray’ın 1962’de ara form olarak anlattığı ve değişme
sürecinde ortadan kalkacağını tahmin ettiği birçok mekanizmanın Ereğli’de donup
kemikleştiğini görmeye başlamıştık” (Aktar, 2010, s. 85). Ereğli gibi
dinamikliğini sürdüren bir sanayi kenti için “donup kemikleşme” kavramını belki
kullanamayız, ancak bu ara/tampon formların devam ettiği hatta çeşitlenip
yaygınlaştığı gözlemi, Mübeccel Hocayı ve araştırmaya katılan diğer arkadaşları
Türkiye sanayileşmesi ve modernleşmesi konusunda hayal kırıklığına uğratmıştır.
1980’lerin başında Türkiye’deki sosyal bilimciler olarak çoğumuz benzer bir
konumdaydık; ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren modernleşme ve onun
karşısındaki azgelişmişlik paradigmalarının ötesine geçme çalışmaları içine
girdik. Nitekim, 1985’de yayınladığım kitapta yer alan son bölümün başlığı
şöyle idi: “Modernleşme ve Azgelişmişlik Yaklaşımlarının Ötesi: Sosyal Değişme
Kuramlarında Yeni Yaklaşımlar” (Akşit, 1985).
[3] “Bastırılmışın geri dönüşü” (return of the repressed), psikoanalizin
bastırılmış olan arzuların geri dönmesi anlamında kullandığı bir kavramdır.
Sosyal analiz bağlamında rasyonel modernitenin ve ulus devletin dönüştürerek
aşmayı planladığı yapı ve pratiklerin aşılamamış olması veya yeniden
yorumlanarak devam etmesi anlamında kullanılmaktadır. Mübeccel Kıray’ın “tampon
kurumlar” veya “ara formlar” kavramları bu durumun geçici olduğunu, giderek
zayıflayacağını ve yerini modern, rasyonel, anonim kurumlara bırakacağı
belirlemesini yapmaktadır. Ancak, bu yapı ve pratiklerin aşılmış olmak yerine daha
güçlenerek ve yaygınlaşarak ortaya çıkması “bastırılmışın geri dönüşü” olarak
adlandırılabilmektedir.
[4] “Özselcilik” (Essentialism), toplumsal kurumalar, yapılar ve pratikler
hakkında açıklamalar yapılırken bir öz
varsayarak açıklama yapmaktır. Bu kavramla birlikte kullanılan
“doğalcılık” da toplumsal olayları tarihsel bağlamlarından soyutlayarak değişmez “doğal” olaylarmış gibi ortaya
koymaktır. Post-yapısalcı ve post-modernist
kuramcıların diğer kuramcılara yönelttikleri eleştiri ve suçlamalar bu iki
kavramı ve yaklaşımı farkında olarak veya olmayarak kullanmaları ve olayların
tarihsel olarak inşa edildikleri ve kurgulandıklarını yeterince ortaya koyamamalarıdır. Ancak ve
“özselcilik”, “doğacılık” ve bilimsel
bilgilerimizin kesin ve mutlak olmadığına yapılan aşırı vurgu, bazen aşırı
“görelilikçiliğe” dönüşmekte ve o zaman hiçbir “evrensel” ölçüt kalmamaktadır.
Bu durumda “stratejik özselcilik” veya “stratejik evrencselcilik” konumlarının
oluşturulması ve ona göre bilginin değerlendirilmesi ve uygulamaların yapılması
önerilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder